"Anneme olan sevgim bıçak gibi"

Bu yazı geç kaldığım bir yazarla geçirdim: Deborah Levy. Instagram'da Şebnem İşigüzel'in onun otobiyografik üçlemesiyle ilgili yaptığı paylaşımla dikkatimi çekti. Bir yazarı tanımanın en etkin yolu otobiyografisini okumak. "Bilmek İstemediğim Şeyler", "Yaşamanın Bedeli" ve "Gayrimenkul" adlarını taşıyan üçlemeyi aldım. Güney Afrika kökenli bu İngiliz yazar, daha ilk cümleden, güçlü kalemiyle beni hikâyesine çekti. Kaleminin peşine takılıp edebiyat yolculuğunun izini sürdüm. Yazı kulübelerini düzenlerken, bir sandalyeye oturup onu izledim. Kötü giden evliliğini zarafetle bitirişine hayran kaldım. Öldürmeyen acıların kendisini nasıl güçlendirdiğine. İki kızını tek başına büyütüşüne. Kadın olmakla ilgili meselelere getirdiği feminist bakışa. Derinlikli anlatımına, sahip olduğu edebi lezzete.

Üçleme bittikten sonra diğer kitaplarını okumak için sabırsız bir hâldeydim. Çok da mutlu. Deborah Levy ile geçecek roman zamanları beni bekliyordu. Everest Yayınları'ndan çıkan "Sıcak Süt" adlı romanına başladım. Kitabın aynı adla sinemaya uyarlandığını ve 22 Ağustos'ta MUBI'de gösterime gireceğini öğrenince ilk tercihim oldu "Sıcak Süt". En son söyleyeceğimi en başta söylersem… Uzun zamandır beni böyle sarsan bir roman okumamıştım. Beş yıl gecikmeyle.

25 yaşındaki Sofia Papastergiadis'in hikâyesini anlatıyor "Sıcak Süt". Bir alacaklı çocuğun. Babası Selanikli. Anne İngiliz. Kendisi Britanya'da doğmuş. Beş yaşındayken anne baba boşanıyor. Sofia annesiyle kalıyor. Babası kendisiyle maddi ve manevi anlamda hiçbir şekilde ilgilenmediği için hayatını ipotek altına alan annesiyle.

Üniversiteyi birincilikle bitirip antropolog olan Sofia, 'kültürel bellek' üzerine doktora yaparken annesi rahatsızlanıyor. Doktorasını yarım bırakıp annesiyle ilgilenmeye başlıyor. Anne Rose'un tek bir rahatsızlığı yok. Kutu kutu ilaç alıyor. Hastalık hastası demek mümkün. Ama roman ilerlerken bu teşhisin geri planında kızının ilgisini hep üzerinde tutmaya çalışan, terk edilmişlikle başa çıkamamış, varoluşunu hastalıkları üzerine inşa etmiş bir kadın olduğunu görüyoruz. Bu kadın tipinin çocuklarını kendilerine bağımlı kılmak gibi bir yetenekleri vardır. Sofia da bu tuzağa düşüyor. O kadar ki, yürümekte zorlandığı için topallayan annesine ayak uydurabilmek adına o da topallıyor. Annesinin canı bir nedenle yandığında, aynı acıyı kendi bedeninde hissediyor: "Anneme olan sevgim balta gibi. Çok derin kesiyor".

Roman, 64 yaşındaki Rose'un artık yürüyemeyecek hâle gelmesi nedeniyle, evini ipotek ettirip Gomez Kliniği'nde ortopedik tedavi için Sofia ile birlikte gittiği, Güney İspanya'daki Almeria şehrinde başlıyor. Dr. Gomez hastanede tedavi protokolünü uygulama sürecinde Sofia'nın yanlarında olmamasını istiyor. Böylelikle Sofia, kendisine hediye edilen bu 'boş' zamanlarda, Endülüs sahillerinde içsel yolculuğuna çıkıyor. Annesinin iyileşeceğine duyduğu umudun gücüyle.

İşte o noktadan itibaren biz de onun çıktığı bu zorlu yolculuğa eşlik ediyoruz. Levy'nin öyle güçlü bir dili öyle canlı betimlemeleri var ki alacaklı çocuğun yolculuğunu film gibi gözümüzde canlandırarak yaşadığımız bir okuma serüveni içinde buluyoruz kendimizi. Annelik, kadınlık, beden, cinsellik, dil, bağımlılık, sevgi, nefret gibi kavramları hallaç pamuğu gibi attırıyor Deborah Levy. Bir kolunda edebiyat, diğerinde psikoloji. Sofia'nin iç dünyasındaki gayya kuyusuna bakarken yükseklik korkusu yaşıyor insan.