Dünün köleleri, karanlık sabahların alacakaranlığında zincirlerin uğuldayan sesiyle uyanır, acımasız kırbaçların vuruşları altında şekillenirlerdi.
Hayat, efendilerinin cömertliğine (!) bağlıydı, her nefes bir ödül ya da bir ceza kadar uzak ve belirsizdi.
Direnmek, kaçış umutlarından daha çok ölüme teslim olmaktı; bedenleri yalnızca efendilerine ait, özgürlükse onlar için bir hayaldi, çünkü hayal özgürlüğün bir parçasıydı…
Ama bugün… Bugün köleliğin yüzü değişti…
Şimdi, sabahları alarm sesleriyle uyanan köleler var. Zincirleri demirden değil; plastik kartlardan, parıltılı ekranlardan, yaldızlı makam odalarından dokunmuş…
Bu yeni kölelik, adeta bir ağ gibi her tarafı sarmış, görünmeyen ağlarla birbirine bağlanmış.
Kimisi bu zincirleri boyunlarına takmak zorunda olduklarını kabul ederek yaşar, kimisi bileklerinde şakırdayan zincirden habersiz, kimileri ise bile-isteye onu arzular…
Bu çağın asıl köleleri ise köle olduklarını bilip, bunu kabul edenlerdir. Onlar, gönüllü kölelerdir… Zincirlerini bileklerinde değil, yüreklerinde taşırlar.
Onlar, özgürlük adına konforu tercih ederler, menfaat uğruna adaleti çiğnerler, zulüm adına vicdanlarını rehin bırakırlar. Ve her gün, biraz daha alçalarak, efendilerinin sofrasında bir kırıntı için birbirlerini ezerek yükselmeye çalışırlar.
Fakat daha da beteri var!
Ne yazık ki bu çağda insanlar artık yalnızca köle değil, "köle olmayı arzulayan varlıklar" haline geldi.
Lüks arabaların içinde sürünürken, plazaların gölgesinde tutsak olurlar; marka kıyafetlerle kimliklerini satmak, içlerinde özgürlük hayalini çürütmek için yarışırlar.

									
								
									18