Göç ve hicret: Kısa bir bakış!

İnsan, hayata gözlerini açtığı anda bir yolculuğa başlamış olur.

Bu yolculuk, yalnızca mekânlar arasında değil, zamanla, anlamla ve varlıkla da kurulan derin bir ilişkiler ağını içerir.

Doğduğu toprakta kök salar insan; ama aynı zamanda, o kökün verdiği güçle başka diyarlara uzanır, başka iklimleri solur, başka manzaralarla yüzleşir.

İşte bu "yüzleşmenin" adı bazen "göç" olur, bazense "hicret…"

Her ikisi de bir yer değiştirmeyi imâ eder, ama yalnızca yer değiştirmek değildir yaşanan; bazen bir savruluş, bazen bir yöneliştir.

Göç, çoğu zaman insanın tercihlerinden değil, maruz kaldığı gerçekliklerden doğar. Tıpkı ansızın bastıran bir fırtınanın yuvaları yerinden sökmesi gibi…

Açlık, savaş, ekonomik buhran, toplumsal çatışmalar ya da doğal felaketler insanı yerinden eder. Bu yer değiştirme, her ne kadar temelde bir kararın neticesi olarak gözükse de aslında kararın değil, bir mecburiyetin sonucudur.

Göç eden insan, çoğu zaman ardında bırakmak istemediği ne varsa onunla vedalaşmadan yola çıkar. Elindekini değil, kaybettiklerini taşır bavulunda…

Göç, insanın rızası dışında başladığı ve çoğu zaman anlam yüklemekte zorlandığı bir yolculuktur. Beden oradadır; ama akıl eski sokaklarda, kalp eski evin duvarlarındadır. Bu nedenle göç, sadece fiziki bir hareket değil, aynı zamanda ruhsal bir parçalanmadır.

İnsan, bazen hiçbir yerin yerlisi olamadan, her yerin yabancısı haline gelir. Kimliği, yeni toprağa tutunmaya çalışırken eski kimliğiyle çatışır. Göç edenin gözlerinde, taşınan değil, eksilen hayatın izleri vardır. Göç, çoğu kez insanın varoluşsal kırılma noktasıdır.

Her ne kadar görünürde göç ile aynı nedenleri paylaşan hicret ise başka bir düzlemde var olur.

Hicret, bilinçli bir tercihtir; bir yöneliş, bir çağrıya verilen cevaptır.

Hicret eden kişi, bir mecburiyetin değil, bir inancın ya da idealin peşinden yürür.

Hicret, insanın iç dünyasında başlayan bir değişimin dış dünyaya yansımasıdır. Burada esas olan "yer" değiştirmek değil, "anlam" değiştirmektir.

Hicret eden insan, artık yalnızca başka bir yere gitmek için değil, başka bir "hâl"e ulaşmak için yola koyulur. Bu yüzden hicret, bir kopuş değil; bir buluşmadır. Bu serüvende insan kendisiyle, inancıyla, hakikatiyle yeniden buluşur.

Hicretin rotasını haritalar değil, yürek çizer. Göç, insanı dışarıdan iterken; hicret insanı içeriden çeker. Göçle savrulan bedenin aksine, hicrette ruh kök salar. İnsan gittiği yerde kendini yeniden inşa eder. Bir toprak, bir aidiyet, bir yön kazanır. Artık gittiği yer, yalnızca "başka bir yer" değil, kendi olabileceği yerdir.

Tarihin derinliklerine baktığımızda, bu farkı tüm açıklığıyla görürüz.

Hz. İbrahim'in Babil'den ayrılışı, Hz. Musa'nın Mısır'dan çıkışı, Hz. Muhammed'in (s.a.v) Mekke'den Medine'ye hicreti…