Bir sarsıcı hikâye: Robotsu insan ve domates tezgâhı
Yüzüme bakmıyor, kafasını bile kaldırmıyordu. Üçüncü kez ve sesimi yükselterek sordum:- Kardeş! Domatesin kilosu kaç para Oralı olmadı yine. Yan tezgâhtaki mısırcı, "Bizimki robota bağlamış abi" deyince, sesine aşina olduğundan olsa gerek kafasını kaldırmadan eliyle fiyat etiketinin olduğu yeri işaret ederek mırıldandı: "Yazıyor orada!""Salatalık 30 lira" yazan kartona tablaya bir kez daha baktım. Sadece biraz biber, iki kasa da domates vardı. Bir de seçerken kenara itilen çoruşmuş birkaç salatalık.Dönüp, bana lütfedemediği yüzüne dikkat kesildim. Zayıf, uzun, hafif sakallıydı. Direk gibi dikilmiş, bir ayağını tablanın ayağına dayamıştı. Kıpırdamıyor, sadece gözleri hareket ediyordu. Aşağıdan yukarıya, sonra yeniden aşağıya...Normalde o alışverişi yapmaz, ağzımı bile açmadan döner giderdim. Öyle de olması gerekirdi. Eşim hareketlenmişti bile ancak elimle durdurdum. Eğer satın almayı başarabilirsem iki kilo domates karşılığında gözlem yapacak, belki de yazı yazacaktım. Ve madem yazıyorum, o zaman biraz başa saralımFatih'te kurulan, dünyaca ünlü Çarşamba Pazarı'na gitmeyeli yıllar olmuştu. Bilen bilir, ucu bucağı yoktur. Onlarca cadde ve sokağı kaplar. Çarşamba günleri Fatih'te işi olanlar planlarını pazarın yoğunluğuna göre yaparlar. Fatih'in Çarşamba semti mi pazara adını vermiştir yoksa çarşamba günleri kurulduğu için semtin adı mı olmuştur bilmiyorum. Rivayetler çeşitli. Geçen çarşamba mesai çıkışı koştur koştur yetiştik. Gediklilerinin 'Duvar Dibi' dediği çay ocaklarının bulunduğu ara sokaktan dalıp, Fatih Camii'ni alttan dolanarak adımlamaya başladık pazarı. Bir tezgâhtan sebze, biraz da meyve alacaktık lakin yanlış yerden girmişiz. Geride bıraktığımız tüm sokaklarda kıyafet ve ev tekstil ürünlerinin satıldığı sergiler kurulmuştu.Elbiseleri, perdeleri, yatak örtülerini ve havluları mağaza vitrini yapar gibi dizmişlerdi iplere. Arada bir yerde, mesela yolun tam ortasında görmeye alıştığımız limon kasaları dahi yoktu. Demek ki pazarın buralarında yiyecek satmak yasaktı. Yirmili yaşlarda bir hanutçu durdurduğu başörtülü kadınları, pardösü, ferace ve başörtüsü satan tezgâha davet ediyordu. Tıpkı Beyazıt'taki kefelere turist müşteri yönlendiren hanutçular gibi. Mahmutpaşa'nın da yol kesicileriydiler. Hâlâ yapıyorlar mı bilmiyorum Dükkânı ayaküstü pazarlar, ısrarcı olur insanları usandırırlardı. Sünnet malzemesi satanlar, çeyizciler, manifaturacılar Adı hanutçu kalmış bu satış temsilcileri kimin neyi aradığını da anlarlardı. Pazara girdiğimiz andan itibaren hayat da film şeridi gibi akmaya başladı. Semt pazarı sosyolojisi zamanla değişse de o kendine has hareketliliğini görünürde yitirmemişti. Sokaklarda kurulan pazarlar son yıllarda birer birer kapalı yerlere taşınırken, Çarşamba Pazarı geleceğin dönem filmlerine nazire yapıyordu adeta. Tam böyle düşünürken, tül perdelere bakan genç bir kadın yanından geçtiğim esnada, "İbana göndersem olur mu" diye sordu. Perdecinin ne dediğini duymadım ama kadın bakınmaya devam ediyordu. Ücreti ibana göndermeyi geçtiğimiz senelerde Pamukova'daki bir köyden beyaz fasulye alırken tecrübe etmiştim. Baktım alacaklarıma karşılık cüzdandaki para çıkışmayacak, köyünde ektiklerini satan abimiz "ibana atarsın" diyerek telefonuna kaydettiği karekodu önüme koymuştu.Dedim ya Çarşamba Pazarı'nın ucu bucağı yok. Yürü yürü bitmiyor. Nerede bu sebzeciler İşte elinde domates poşeti olan bir abla. Sorduk, "Yol bitince camiye doğru dönün, sebzeciler o tarafta" dedi. Aşağıda da varmış ama biraz uzakmış. Liseyi Çarşamba'da okuduğum için tarif ettiği yeri çok iyi biliyordum. Haliç Caddesi'nin son dikliğini tırmanıp Darüşafaka'ya dönecektik. Fatih Camii'nin avlusuna Çorbacı Kapısı'ndan girip diğer uçtaki Boyacı Kapısı'ndan çıksaymışız, dar vakitte o kadar yolu boş yere dolanmayacakmışız. Neyse ki tablalar toplanmadan yetiştik ve ben şimdi, yüzüme bakmayan, gözünü telefondan kaldırmayan