Özet;
Bu makale, terörizmin uluslararası literatürdeki yerini ve vekalet savaşlarındaki işlevini inceleyerek, Türkiye'nin "Terörsüz Türkiye" sürecine katkı sağlayacak olumlu ve olumsuz yönleri ortaya koymayı amaçlamaktadır. ETA, IRA ve FARC gibi örneklerle dünya genelindeki terör örgütlerinin farklı bağlamlardaki rollerine değinilmekte ve PKK'nın Türkiye için ne ifade ettiği tartışılmaktadır. Sonuç bölümünde sürecin başarıya ulaşabilmesi için atılması gereken adımlar ve kamuoyuna yönelik öneriler sunulmuştur.
1. Giriş
Terörizm, modern dünyada devletlerin ve milletlerin güvenliklerini tehdit eden önemli bir unsur olarak karşımıza çıkmaktadır. Terörizm özellikle son yüzyılda dünya gündeminde olmuş ancak buna rağmen ortak bir tanım üzerinde mutabakat sağlanamamıştır. Bunun ana gerekçesi terörizmin, terörist ya da terör örgütü tanımlamasına nereden bakıldığı konusunda ortak bir görüşe varılamamış olmasıdır. Bir kesime göre terör örgütü olarak adlandırılan bir yapılanma bir başka tarafa göre özgürlük savaşçısı olarak görülebilmektedir. Aynı şekilde bir kesime göre terörist olarak adlandırılan bir grup bir başka yapı için ortak bir müttefik olarak kabul edilebilmektedir (Teram, 2020).
Terör Türkçe sözlüklerde; "karşı tarafa korku salma, yıldırma, cana kıyma ve malı yakıp yıkma, tedhiş" gibi anlamlara gelmektedir (Türk Dil Kurumu, 2025). Fransızca "Terreur" kelimesinin karşılığı olarak dilimize girmiş olan Terörizm genel kabul anlamında siyasi bir rejime başkaldırmak, uyguladığı politikaları değiştirmeye zorlamak gibi bir sonuca ulaşabilmek için ayaklanma, gayri nizami harp ve iç savaş başlatmak gibi siyasi şiddet kullanılması anlamında kullanılmaktadır (Demir, 2019, s. 1).
Bu bağlamda 1978 yılında kurulan ancak 1984 Siirt Eruh baskını ile Türk kamuoyunun tanıdığı PKK terör örgütünün operasyonlar sonucu Türkiye içerisinde operasyonel kabiliyetini kaybetmesi ve özellikle Diyarbakır annelerinin ortaya koyduğu halk direnişi ile halk desteğini yitirmesi örgütü dağılma sürecine sokmuştur (Kamer, 2025). Yurt içinde faaliyet kabiliyeti kalmayan örgüt Suriye ve Irak kuzeyinde yeniden yapılanma sürecine girmiş ancak Türkiye Cumhuriyeti Devletinin etkin uluslararası politikası ile bu imkânı bir türlü elde edememiştir. Örgütün içine düştüğü bu durum, kurucu ele başı Abdullah Öcalan'ın İmralı Cezaevinde olması ve özellikle Suriye muhalif unsurların yeni bir Suriye inşası sürecini başlatması ile Türkiye terörü tamamen bitirmek ve bölge kardeşliğini yeniden tesis edebilmek adına; "Terörsüz Türkiye" vizyonuyla önemli bir dönüşüm sürecine girmiştir (Yıldız, 2025, AA). Terör örgütlerinin vekalet savaşlarında kullanılmaları Türkiye'yi bölgesel anlamda şekillendirirken aynı zamanda dünya literatürüne de olumsuz anlamda etki etmektedir. Türkiye'nin hem ulusal hem de bölgesel düzeyde etkin bir güç haline gelmesinin önündeki en önemli engellerden biri PKK terör örgütüdür. Bu doğrultuda Türkiye, örgüte destek veren devletlere karşı gerekli tüm diplomatik ve siyasi adımları atmakta ve gereken her türlü çabayı kararlılıkla sürdürmekten geri durmamaktadır (Dışişleri Bakanlığı, 2025).
2. Terörizmin Dünya Literatüründeki Yeri ve Anlamı
Terörizm faaliyetlerinin ortaya çıkması ideolojik, dini, etnik ayrılıkçı ve siyasi saiklere dayanmakta ve devletler için güvenlik anlamında ciddi bir tehdit unsuru olabilmektedir (Sururi, 2024, s. 72). Literatürde etkin bir fikre sahip Hoffman ve Crenshaw terörizmin stratejik ve ideolojik yönüne vurgu yaparak şiddete yönelmesinin gerekçelerini incelemişlerdir. Crenshaw terörizmin politik ve ideolojik yönünü ele almış, Hoffman ise stratejik şiddet yönünü incelemişlerdir (Erdaş, 2025, s. 26). Terörizm günümüzde vekalet savaşları kapsamında devlet-dışı aktörlerce yönlendirilen ve ilgili devletlerin siyasi hedeflerine ulaşmasına katkı sağlayacak eylem ve faaliyetlerin gerçekleştirilmesine hizmet eden şiddet içerikli stratejiler olarak tanımlanmaktadır (Hoffman, 2017).
Terörizmin onlarca belki yüzlerce tanımı yapılabilir. Her tanımlama modeli kendi bakış açısına göre doğru kabul edilmektedir. Kısacası terörizmin kolay tanımlanamayacağını ancak kolay tanınabileceği söylenebilir. Dünya genelinde bilim insanlarınca terörizmin genel kabul gören tanımı sosyo-ekonomik ve politik olgular üzerinden tanımlamaya çalışılmaktadır. Sosyo-ekonomik temelli tanımlamalar terörizmi zenginler ve yoksullar arasında bir şiddet eylemi olarak tanımlarken, siyasi çıkar elde etmek için terör taktiklerine başvuranlar ise terörizmi siyasi bir olgu olarak ele almaktadır. Literatürde genel kabul gören tanımların başında Yonah Alexander tarafından yapılan; "Siyasi hedeflere ulaşmak amacıyla sindirmek veya genel bir yaygın korku oluşturmak amacıyla rastgele sivil hedeflere karşı şiddet kullanımı" şeklinde yapılan tanım gelmektedir. Ancak bu tanımlamanın dış destekten yoksun yönünü dikkate alarak ortaya koydukları tanım bu anlamda daha anlamlı bir tanım olarak kabul görmektedir. Bu kapsamda Alex P. Schmid'in tanımı bu makalemizin konusunu oluşturan terörizmin tanımı için daha gerçekçi olarak değerlendirilebilir. Schmid'e göre; "Terörizm, gizli bireysel gruplar veya devlet aktörleri tarafından, kendine özgü, suç teşkil eden veya siyasi nedenlerle kullanılan, tekrarlanan şiddet eylemlerinin kaygı uyandıran bir yöntemidir" (Prabha, 2000).
Üçüncü ülkelerce desteklenen terörizm faaliyetleri Soğuk Savaş sonrası dönemde, vekalet savaşlarının ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir. ETA (Bask Bölgesi), IRA (Kuzey İrlanda), LTTE (Sri Lanka kuzeyi Tamil Halkı) ve FARC (Kolombiya) gibi örgütler, farklı ideolojik, etnik ve dini gerekçelerle faaliyet göstermiş ve literatürde terörizmin en etkili örnekleri olarak ele alınmışlardır (Crenshaw, 2011; Rapoport, 2004). Türkiye başta olmak üzere Ortadoğu ve Afrika bölgesinde etnik ve dini temelli faaliyet gösteren terör örgütleri ise; "El-Kaide, DAEŞ ve FETÖ" adı altında öne çıkmışlardır. DHKP-C ve MLKP ise mezhepçi ve aşırı sol ideolojiye sahip bir örgüt olarak terörizm faaliyetlerinde rol oynamışlardır. Elbette en kritik konumda ise PKK terör örgütü yer almıştır. PKK, Türkiye'deki etno-milliyetçi ayrılıkçı terörün önde gelen örneği olarak öne çıkmıştır (Çakır vd., 2017, s. 5).
ETA, IRA ve LTTE adlı örgütler bulundukları bölgede azınlık olan etnik grupları temsil ettikleri iddiası ile ortaya çıkmışlardır. Hedef aldıkları ülkede kültürel, ekonomik ve siyasi anlamda haksızlığa uğramış ve mağdur edildiği iddia edilen etnik grupların toplumsal hak mahrumiyetlerinin giderilmesi için çatıştıklarını ileri sürmüşlerdir. Temsil ettiklerini iddia ettikleri etnik grupların yaşadıkları mağduriyet duygusu ve idareye karşı hissettikleri öfkeden beslenerek büyümüş ve örgütsel varlıklarının kabul görmesi için etnik grubun ideallerine uygun söylemler geliştirmeye gayret etmişlerdir. Aynı şekilde etnik grupların yaşadıkları yerleri coğrafi sınırları olarak ilan etmişlerdir. Bu kapsamda IRA, Birleşik Krallığın parçası olan Kuzey İrlanda'yı sahiplenmiş ve buradaki İrlandalı nüfusu temsil ettiklerini ifade etmişlerdir. ETA, İspanya'nın kuzeydoğusundaki Bask bölgesini ve burada yerleşik olan Bask halkını temsilen hareket ettiğini savunmuştur.
Her dört örgüt de kültürel, ekonomik ve siyasi bakımlardan mağduriyetler yaşamış etnik grupların biriktirdiği mağduriyet hissi ve öfke üzerine vücut bulmuş, bu hissiyat ile büyümüş ve örgütsel varlıklarını sürdürmek adına bu durumu etnik grubun zihninde canlı tutmaya çalışmışlardır. IRA, Birleşik Krallık'ın bir parçası olan Kuzey İrlanda'yı ve buradaki (özellikle Katolik) İrlandalı nüfusu temsil ettiklerini iddia etmişlerdir. ETA, İspanya'nın kuzeydoğusundaki Bask bölgesini ve burada yerleşik olan Bask halkını temsilen hareket ettiğini savunmuştur. LTTE, Sri Lanka'nın kuzey ve kısmen de doğu kıyılarında yaşayan Tamil halkı için savaştıklarını ileri sürmüşlerdir. Bu örgütlerin bir diğer ortak yönleri de temsil ettiklerini iddia ettikleri halkın yaşadığı ülkelerin dışında varlık göstermeleridir. IRA Güney İrlanda'daki (İrlanda Cumhuriyeti) İrlandalı nüfus ve Amerika Birleşik Devletleri'ndeki (ABD) İrlanda diasporasıyla, ETA da Fransa'nın içlerine doğru uzanan Bask bölgesindeki Fransa Bask topluluğuyla temas kurmuş ve buralardan destek almıştır. LTTE Hindistan'ın Tamil Nadu eyalet nüfusunun çoğunluğunu oluşturan Tamiller ile ilişkide olmuştur (Alptekin, 2018, s. 18-19). FARC ise Kolombiya'da yaşayan yoksul ve toprak sahibi olmayan köylülerin haklarını kapitalist devlet ve zengin sınıfına karşı korumak maksadıyla kurulduğunu açıklamıştır. Bu dönemde, özellikle ABD'nin desteğiyle, Kolombiya'daki komünist hareketlerin ulusal güvenliğe yönelik bir tehdit olarak algılanması üzerine askeri tedbirlerle bastırılmaları, bu grupların Kolombiya devletini bir tehdit unsuru olarak görmelerine ve devlete karşı silahlı mücadeleye girmelerine neden olmuştur. FARC etnik ve mezhepsel bir ideolojiye sahip olmamakla beraber yoksulluk ve topraktan mahrum bir kitleyi sahiplenerek varlık göstermeye çalışmıştır. Ancak bu kesimin haklarını savunma adına silahlı şiddete başvurması ve uyuşturucu ticareti gibi toplumsal yapıyı bozucu davranışlar FARC'ın halk nezdinde güç kaybetmesine neden olmuştur (Baysal, 2021).
2010 yılında Kolombiya devlet başkanı seçilen Manuel Santos kendisinden önceki seleflerinin aksine askeri tedbirler yerine diyalog merkezli olarak FARC ile bir barış süreci başlatmıştır. Ancak bu kez geçmişte yürütülen ve başarısız olarak sonuçlanan barış görüşmelerinden daha güçlü olarak çıkan FARC ile farklı ve radikal bir barış süreci yürütmüştür. Yaklaşık 4 yıl süren görüşmeler sonrasında FARC silah bırakarak eylemlerine son vermiştir (BBC News Türkçe, 2017). Aynı şekilde IRA 3 yıl süren barış görüşmelerinin ardından 1997'de ilan ettiği ateşkes ile kendini fesih ettiğini duyurmuştur. Benzer şekilde ETA, yaklaşık 6 yıl süren müzakerelerin ardından kendisini fesih etmiştir. Bir diğer örgüt olan LTTE ise 2009 yılında çıkan bir çatışmada örgüt liderinin öldürülmesi sonrası silahlı mücadeleyi bıraktığını ilan ederek eylemlerine son vermiştir (Alptekin, 2018, s. 22).
3. Türkiye'de Terörizm ve PKK Deneyimi
Soğuk Savaş dönemi, terörizmin uluslararası çatışmalarda başlıca politika araçlarından biri olarak ön plana çıktığı bir süreç olarak değerlendirilmektedir. Türkiye'de ise terör, özellikle devletlerin çeşitli vekil aktörleri devreye soktuğu 1970'li yıllardan itibaren ulusal gündemde belirleyici bir mesele haline gelmiştir. O yıllarda, öncelikle sol ideolojiye dayalı terör örgütleri faaliyet göstermeye başlamış, buna karşılık olarak sağ ideolojiye bağlı örgütlerin eylemleri de artış göstermiştir. 1980 öncesinde yaşanan sağ-sol çatışmaları sonucunda yaklaşık beş bin genç hayatını kaybetmiştir. Sol-sağ terör örgütlerinin eylemlerinin zayıfladığı bir dönemde PKK terör örgütü faaliyetlerine başlamıştır (Türköz, 2011, s. 97).
Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı'nın web sitesinde yayımladığı bilgilere göre, PKK (Kürdistan İşçi Partisi), Marksist-Leninist temelli ideolojisi ve etnik ayrılıkçı söylemleriyle, 1984 yılından itibaren Türkiye'de on binlerce insanın yaşamını yitirmesine yol açmış olan bir terör örgütü olarak tanımlanmaktadır. PKK'nın faaliyetleri yalnızca Türkiye tarafından değil; Avrupa Birliği, Amerika Birleşik Devletleri, Kanada, Avustralya ve pek çok Avrupa ülkesi tarafından da terörizm kapsamında değerlendirilmiş ve bu örgüt, ilgili ülkelerin resmî terör örgütleri listelerine dâhil edilmiştir.
Örgüt, saldırılarında sivil-asker, kadın-çocuk ayırt etmeksizin hedef almakta, kamuoyunda korku ve panik oluşturmayı amaçlayan saldırılar düzenlemektedir. Bu kapsamda; kamu kurumları, eğitim ve sağlık tesisleri, turizm altyapısı ile özel sektör kuruluşları PKK'nın öncelikli hedefleri arasında yer almakta, ambulanslara, okullara ve sağlık çalışanlarına yönelik doğrudan saldırılar düzenlenmektedir. Ayrıca, örgüt tarafından adam kaçırma, suikast, pusu, infaz ve şehir merkezlerinde intihar saldırıları gerçekleştirilmekte, bu bağlamda örgütün yöntem repertuarı geniş bir yelpazeye yayılmaktadır.
PKK, faaliyetlerini sürdürürken finansman ihtiyacını karşılamak üzere haraç, silah ve uyuşturucu kaçakçılığı gibi örgütlü suçlardan önemli derecede gelir sağlamaktadır. Çocukları zorla silah altına alma ve çatışmalarda kullanma gibi ağır insan hakları ihlalleri de örgütün sicilinde yer almaktadır. PKK'nın bu tür örgütlü suç faaliyetleri, Avrupa'nın çeşitli ülkelerinde yürütülen soruşturmalar ve açılan davalar aracılığıyla da belgelenmiştir.
Örgüt, kuruluşundan itibaren uzun süre Suriye topraklarında konuşlanmış, ancak 1998 yılında örgüt lideri Abdullah Öcalan'ın Suriye'den çıkarılması ve kısa bir süre sonra Türkiye'ye iade edilerek ömür boyu hapis cezasına mahkûm edilmesiyle bu durum sona ermiştir. 2003 yılındaki Körfez Savaşı sonrasında ise Irak'ın kuzeyinde oluşan otorite boşluğundan yararlanan PKK, Kandil Dağı ve çevresinde militan eğitimi verdiği, Türkiye'ye yönelik saldırılar düzenlemek üzere kullanılan kamplar tesis etmiştir.
Bu süreç sonrasında PKK hem yürüttüğü silahlı eylemler hem de finansal kaynak sağlamak için başvurduğu örgütlü suç faaliyetleri bakımından, yalnızca Türkiye'nin ulusal güvenliğini değil, uluslararası düzeyde de barış ve istikrarı tehdit eden bir yapı olarak değerlendirilmektedir (Türkiye Dışişleri Bakanlığı, 2025).
Dışişleri Bakanlığının açıklamasından anlaşılacağı üzere; PKK, Türkiye'nin iç güvenlik gündeminde uzun yıllardır önemli bir yer tutmaktadır. Bölgesel aktörler tarafından desteklenerek bir vekalet unsuru olarak kullanılan PKK, 2015 sonrası dönemde Türkiye'nin daha kararlı askeri stratejisi karşısında önemli kayıplar vermiştir (Yeşiltaş ve Özçelik, 2021). PKK terör örgütünün uluslararası bazı aktörlerce desteklenmesinin temelinde bazı devletlerin kendilerini korumak adına ya da bölgesel çıkarları uğruna terör örgütlerini kullanmaları yatmaktadır. Bu şekilde terör örgütlerinin uluslararası devletlerce desteklenmesi ile terör küresel boyutlara ulaşmakta ve yaygınlaşmaktadır. Bu devletler söz konusu terör örgütlerini motive ederken; "Onlarla sıcak ilişkiler kurmakta, ekonomik destek vermekte, hatta daha ileri giderek kendilerine bir devlet kurmaları için destek olacakları sözü verilmektedir" (Kartal, 2018, s. 54-55). PKK AB ile ilişkilerinde "demokratik özgürlük" vurgusu ile hareket etmiş ve böylece AB'nin desteğini almayı başarmıştır. AB, PKK'yı terör örgütü olarak tanımasına karşın demokratikleşme söylemi gereği "Kürt Özgürlüğü" tanımlaması üzerinden PKK Avrupa yapılanmasına sessiz kalmış ve bu yapılanmayı desteklemiştir. Üstelik Türkiye'ye karşı yaptırımlarda bu meseleyi hep bir koz olarak kullanmaktan çekinmemiştir (Yemenici, 2016, s.74).
2004 yılında Kaliforniya Üniversitesinden Prof. Dr. David C. Rapoport modern terörizmin dalgaları üzerine bir teori yayınlamıştır (Kaplan, 2021, s.1). Bu teori bağlamında, terör örgütlerinin nihai hedeflerine erişmek amacıyla gerçekleştirdiği tüm yapısal ve stratejik dönüşümler, yalnızca şiddet eylemlerine meşruiyet zemini sağlamakla kalmayıp, aynı zamanda meşru bir devletin açık desteğini kazanmaları sayesinde kamuoyu nezdindeki olası muhalefeti de bertaraf etmektedirler. Bu kapsamda ABD, DAEŞ ile mücadele kapsamı adı altında PKK terör örgütünün uzantısı YPG/SDG ve uzantılarına açıktan destek vermekten çekinmemiştir. Ancak bu destek ABD ile sınırlı kalmamış Rusya'nın desteğini de almıştır. Burada dikkat edilmesi gereken noktanın bu devletlerin terör örgütünü desteklerken yaptığı faaliyetleri meşru zeminde kabul etmesinden kaynaklı bir destek olduğudur. ABD bu desteğini 2006 yılında kabul ettiği Ulusal Güvenlik Stratejisi Belgesinde şu şekilde açıklamıştır; bu örgütler bulundukları ülkede yönetimin yasal ve meşru yollardan değiştirme imkânı bulamamaktadırlar ve bu nedenle bu eylemler özgürlük mücadelesi kapsamında değerlendirilmektedir. Üstelik bu örgütler ABD menfaatlerine hizmet etmektedirler. Aynı şekilde 2017 yılında kabul ettikleri Ulusal Güvenlik Stratejisi Belgesinde ise terör örgütü tanımlamasına sadece dinsel dayanağı olan cihatçı örgütler kapsamında yer verilmekte ve ABD menfaatlerine zarar verdiklerine vurgu yapılarak, küresel, ayrılıkçı, marjinal ideolojik örgütlerin ABD'ye tehdit olduğundan hiç bahsetmemektedirler (Biçer, 2020, s. 936-935).
PKK terör örgütü uluslararası aldığı desteklerle bölgede silahlı bir güç olarak kendini göstermiş, Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesinde bölgeye hâkim güç algısı vererek halkın insan kaynağı desteğini canlı tutmaya çalışmıştır. Örgüt silahlı eylemleri ile bölge halkı üzerinde korku ve panik etkisi oluşturmuş ve bölgede kendini kabul ettirmeyi amaç edinmiştir. Eylemlerini sadece güvenlik güçlerimize karşı değil sivil halka karşıda kullanarak güvensizlik ortamı oluşturmuş ve örgüte karşı zorunlu bir sadakat ortamı oluşturmayı hedeflemiştir (Cantenar ve Tümlü, 2016, s. 4-5). PKK, terör faaliyetlerini silahlı saldırılarla sınırlı tutmamış, aynı zamanda toplum üzerinde etkili olabilmek amacıyla siyasallaşma yönünde de girişimlerde bulunmuştur. Böylece Kürt halkının desteğini kazanmayı hedeflemiştir. Bunun için Türkiye sınırları içinde yaşayan Kürt kökenli vatandaşlara devlet eliyle haksızlık yapıldığını ve bu nedenle bir "özgürlük mücadelesi" yürütülmesi gerektiğini savunmuştur. Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerindeki toprakların Kürtlere ait olduğunu ve her halkın kendi bağımsızlığını talep etme hakkı bulunduğunu öne sürerek, toplumsal tabanda destek sağlamaya çalışmıştır. PKK, terör eylemlerinin amacına ulaşmakta yetersiz kaldığını fark edince strateji değiştirerek sözde "Demokratik Özerklik" söylemini öne çıkarmıştır. Bu söylem ile önce özerklik kazanmak, ardından da Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı bölgelerde bağımsız bir devlet kurmayı hedeflemiştir (Coşar, 2019, s. 37-38).
PKK terör örgütü, bugüne kadar gerçekleştirdiği eylemleri ile sıradan bir terör örgütü olmaktan çıkarak Suriye'nin kuzeyinde alan kazanmış, kendi öz yönetimini kurmuş ve ABD ve İsrail'in desteği ile neredeyse düzenli bir ordu haline gelmiştir. Doğal olarak bu durum ulus-devlet olan Türkiye için ciddi bir tehdit haline gelmiştir. Türkiye'nin rakipleri bu durumdan istifade edecek şekilde PKK terör örgütüne her türlü desteği vermiş ve Türkiye'yi etrafında olup biten meselelerden kendi iç tehdit meselesiyle meşgul olmasını istemişlerdir. Elbette örgütün Kürt milliyetçiliğini öne çıkarması, bölgenin coğrafik ve sosyolojik yapısını sempati kazanacak şekilde etkin kullanması hali hazırdaki gücüne kavuşmasında önemli bir etken olmuştur. Özellikle Suriye iç savaşında DAEŞ ile mücadele bahanesi bölgede ABD ve İsrail başta olmak üzere küresel güçlerle müttefiklik kurma imkânı vermiştir (Topçu, 2023, s. 84).
4. PKK Silah Bırakma Süreci ve "Terörsüz Türkiye" Perspektifi
Türkiye Fırat Kalkanı harekâtı ile başlayan süreçten sonra PKK terör örgütü ile mücadelesinde strateji değişikliğine gitmiş ve "terörü kaynağında yok etme" konsepti ile hareket etmeye başlamıştır. Bu yeni konsept ile PKK sınırlarımız ötesinde işgal ettiği bölgelerde tutunamaz olmuş ve ülke içerisinde ki insan kaynağını da tamamen kaybetmiştir. Sınır ötesi operasyonların artması ve başarıya ulaşması terör örgütü PKK'yı dağılma sürecine sokmuştur (Görücü, 2024). Türkiye'nin sınır ötesi harekatları terörün durma noktasına gelmesini sağlamış ve terörle mücadelede üstünlük elde etmesine katkı sağlamıştır. Uluslararası ilişkiler kapsamında terörle mücadelede gösterilen kararlılık küresel güçlerin PKK'ya olan desteğini kesmiş ve Türkiye'nin operasyonlarına açık hale getirmiştir (Şahin, 2023, s.425). Suriye ve Irak bölgesinde tamamen sıkışan PKK/YPG terör örgütü ABD'den Türkiye'nin operasyonlarını durdurması için yardım talebinde bulunması örgütün geldiği durumu anlatması açısından son derece kritik bir noktayı göstermektedir (Habertürk, 2024). Suriye'nin 8 Aralık 2024 tarihinde Ahmet El Şara yönetiminde kazandığı zafer ile BAAS Rejimi yıkılmış ve PKK Suriye'de tamamen yalnızlaşmıştır (Özcan, 2024, AA). Bu durumu bölgesel kardeşlik adına barış ve huzura katkı için değerlendirmek isteyen Türkiye, terör örgütü PKK'ya Milliyetçi Harekât Partisi Genel Başkanı Devlet Bahçeli ile tarihi bir çağrıda bulundu. İmralı bu çağrıya olumlu yanıt verdi ve kurucusu olduğu terör örgütüne kongreye giderek tüm bileşimleri ile kendini fesih etmesi çağrısında bulundu. Bu çağrı ile "Terörsüz Türkiye Süreci'ni" başlatan Türkiye bölgesel ve küresel barışa katkı sağlayacak tarihi bir adımı hayata geçirmiş oldu (Dağıstanlı, 2025, AA).
Türkiye'nin PKK'yı silah bırakmaya zorlayan operasyonları ve siyasi adımları, toplumda yeni bir umut kaynağı olmuştur. Ancak süreç, bölgesel dengeler ve dış müdahaleler nedeniyle kırılgan bir zemindedir. Kamuoyunun desteği, uluslararası diplomasi ve bölgesel işbirlikleri sürecin başarısı için belirleyici olacaktır.
Bu noktada, benzer süreçleri yaşayan diğer örgütlerin tecrübelerinden çıkarılacak dersler önem arz etmektedir. Audrey Kurth Cronin'in belirttiği gibi, "Genellikle, halk desteği azalan grupların uzlaşmaya varma olasılığı daha yüksektir ve terörist gruplarla müzakereler, grubun çatışmada gerilediğini hissettiği durumlarda en kolay şekilde gerçekleşir" (Cronin, 2007, s. 6). IRA, ETA, LTTE ve FARC'ın toplumsal desteklerini kaybetmesi ve insan kaynağı temininde zafiyete düşmesi, yapılan barış görüşmelerini başarıya ulaştırmış; benzer gerekçelerle varlık gösteren bu örgütlerin fesih süreçleri olumlu sonuçlanmıştır. Aynı şekilde, PKK terör örgütüne yönelik olarak başlatılan bu sürecin başarılı olması mümkündür. Çünkü PKK halk desteğini kaybetmekle beraber, Türkiye'nin operasyonları ve uluslararası diplomasisi karşısında tutunamayacağının farkındadır. Bu örneklerden hareketle oluşturulacak yol haritasının, süreci başarıya götürecek kritik noktaları ortaya koyacağı açıktır. Bu açıdan, sürece itiraz eden muhaliflerin söylemleri yerine, kararlı ve geçmişte yapılan hatalardan ders çıkaran girişimlerin süratle uygulamaya geçirilmesi büyük önem taşımaktadır.
PKK'nın kendini fesih ederek silah bırakması Türkiye'nin iç ve dış politikasında yeni ve etkili adımlar atmasını gerekli kılmaktadır. Terörden arınmış bölgesel yapılanmada Türkiye bölgesel istikrarın tesisinde öncü rol üstlenme imkânına sahiptir. Elbette küresel ilişkilerin yeniden düzenlenmesine olumlu bir katkı sürmesi beklenen bir durumdur (Düz, 2025, SETA). Bu süreçte Irak öncelikli kritik adım atılması gereken bir ülke olarak karşımızda duruyor. Irak'ta hem kırsal alanda hem de şehir yapılanmasında PKK varlığını göstermektedir. Bu nedenle Bağdat ve Erbil ile kurulacak istihbarı, siyasi ve güvenlik işbirliği fesih sürecinin bölgede daha hızlı sonuçlanmasına imkân verecektir. PKK mensuplarının Irak'ta kalıp kalmayacaklarına kalacaklarsa nasıl bir yapılanma ile kalacaklarına dair çalışmalar son derece önemlidir. Özellikle Mahmur vb. kampların varlığının devam edip etmeyeceği veya nasıl şekilleneceği merkezi ve bölgesel idarelerle kurulacak ilişkiler sonucunda belirlenebilecektir. Elbette ABD ve AB ile oluşan durum istişare edilmeli ve destek alınacak diplomasinin nasıl yürütüleceği belirlenmelidir. Irak Kalkınma Yolu projesinin hayata geçirilmesi bu anlamda teşvik edici bir unsur olabilir (Duman, 2025, SETA).
Bu süreç içerisinde PKK'nın Suriye yapılanmasının tasfiyesi ve PKK alt bileşenlerinin yani YPG ve SDG yapılanmasının tasfiyesi veya Suriye istikrarına katkı sağlayacak şekilde ve bölgesel silahlı bir grup olmayacak şekilde Suriye Milli Hükümeti ile ittifak halinde olmasını sağlayacak diplomasi geliştirilmelidir. ABD'nin SDG'yi Suriye hükümeti ile entegre olmaya zorlaması avantaj olmakla bölge istikrarına katkı sağlayacak gibi durmaktadır (Acun, 2025, SETA). Suriye'de PKK ve Haşdi Şabi arasındaki ittifak Türkiye-İran ilişkilerine olumsuz olarak yansımıştır. Dolayısı ile PKK'nın silah bırakması Haşdi Şabi ile ilişkiyi sonlandıracak gibi duruyor. Ancak PKK'nın İran'da konuşlu kolu PJAK'ın silah bırakmayacağını ilan etmesi bu anlamda riskli bir durum olarak karşımızda duruyor. Ayrıca İran-İsrail gerilimi bu örgütler için bölgeyi istikrarsız kılmaktadır. İran'ın bundan sonraki süreçte izleyeceği tutum ve Türkiye ile kuracağı olumlu ilişkiler bu anlamda bölge istikrarı açısından yeniden değerlendirilmek durumundadır. Bu durum Türkiye tarafından hassas bir şekilde takip edilerek bölgede yeni terör faaliyetlerine fırsat verilmemelidir (Caner, 2025, SETA).
Türkiye'nin Suriye'de mevzi kazanması, PKK terör örgütünün silah bırakması bölgeyi istikrarlı bir hale getirirken İsrail için yeni bir tehdit algısını tetiklediği bir gerçektir. PKK terör örgütünün bölgeden ayrılması Suriye iç istikrarını sağlamlaştırmakta ve Türkiye'nin yeni Suriye inşasında etkin olmasına katkı sağlamaktadır. Bu vesile ile İsrail'in Golan Tepelerinin ilerisine kadar gelmesi ve Şam'ın güney kesimlerine kadar konuşlanması bundan sonraki süreçte de rahat durmayacağının işaretini vermekte. Türkiye'nin bu süreç ile tüm enerjisini bölge istikrarına yönlendirme ihtimali İsrail için gerçek bir tehdit olarak algılanmaktadır. Siyasal istikrar, toplumsal bütünleşme ve ekonomik kalkınmaya katkı sunacak bu sürecin, İsrail'in işgal ve ilhak planlarına ciddi bir engel oluşturduğu açıktır. Bu nedenle Tel Aviv'in süreci sekteye uğratacak girişimlerde bulunması muhtemeldir. Özellikle Suriye'de terör unsurlarının tasfiyesi ve Şam'ın tam hakimiyet sağlaması, İsrail'in bölgesel hedeflerine zarar verecektir. Ayrıca Gazze'de olası bir ateşkes, Netanyahu hükümetini Suriye ve Lübnan'da daha saldırgan bir politikaya yöneltebilir. İsrail'in mevcut stratejisinden vazgeçmeyeceği dikkate alındığında, provokatif adımlarına karşı hazırlıklı olunması ve Suriye sahasında terörle iş birliğinin önlenmesi, bölgesel istikrar açısından önem taşımaktadır (Mercan, 2025, SETA). Nitekim İsrail terör devletinin geçtiğimiz günlerde Suveyda ve çevresindeki Dürzi halkı kışkırtarak bedevilerle karşı karşıya getirmesi bunu ispatlamaktadır. İsrail bununla da yetinmemiş bedevi aşiretleri hava saldırıları ile durdurmaya çalışmıştır (Canlı, 2025, AA). Türkiye bu anlamda uluslararası diplomasiyi kullanarak İsrail'i baskı altına almalı, ABD ve AB ülkelerini müttefiklik ruhu ile İsrail'in saldırılarının durdurulması yönünde baskı yapmaları için ikna etmelidir. Elbette bunun için Türkiye'nin Suriye inşasını bir an önce hayata geçirecek diplomasiyi ve Suriye'ye karşı uygulanan yaptırımların kaldırılmasını sağlayarak sürecin hızlı bir şekilde hayata geçirilmesini sağlamaya çalışması son derece elzemdir.