İstanbul'un son büyük depreminde kentin 6'da biri yıkıma uğradı

130 yıl önce 1894'te İstanbul'da büyük bir deprem meydana geldi. İstanbul'un yaşadığı bu son büyük depremde şehrin altıda biri hasar gördü. Yeni yayınlanan Muhiddin Atayiğit'in hatıraları 1894 depreminde özellikle adalarda meydana gelen hadiseler ve yıkımla ilgili yeni bilgileri ortaya çıkardı

İstanbul, 10 Temmuz 1894'te öğleden sonra saat 12'yi 19 dakika geçe ezan okunurken şiddetli bir depremle sarsıldı. İstanbul'un son büyük zelzelesi olan ve 130 yıl önce meydana gelen, ancak uzmanların İstanbul depremi olarak kabul etmedikleri 1894 depremi, İstanbul'un altıda birinde hasara sebep olmuştu. Kamu ve vakıf binalarıyla birlikte depremde hasar gören yapı sayısı 22 bin 500'dü.
İstanbul'la ilgili en çok tarihi kaynağa sahip olduğumuz zelzele, 1894 depremidir. Sema Küçükalioğlu Özkılıç'ın "1894 Depremi ve İstanbul" isimli eseri, arşiv kaynaklarına dayalı bu konuda yapılmış en önemli araştırmadır.
1894 depremi hakkında daha önce bilinmeyen yeni bir hatırat geçtiğimiz günlerde yayınlandı. Mehmet Korkmaz'ın "Bahriye Mektebi'nde Bir Jön Türk, Muhiddin Atayiğit'in II. Abdülhamid Dönemi Bahriye Mektebi Hatıraları (1892-1898)" isimli eserinde 1894 depreminde Heybeliada'da yaşananlar şöyle anlatılıyor:
CAMİNİN MİNARESİ TUZ BUZ OLDU
1310 senesi Haziran'ının 28'inci Salı günü (10 Temmuz 1894) birinci dersten çıkmış, öğle yemeklerimizi yemiş ve kahve ocaklarına dolmuştuk....
O zamanlar bizler Büyükada'ya uğradıktan sonra son olarak Heybeliada'ya gelerek iskelemizde geceleyin Şahin vapurunun önümüzden geçerken rıhtım kenarında suların aksi tarafa akışını görmekle pek eğlenirdik. Rıhtım her sınıftan efendilerle dolmuştu. Öğle vakti olduğundan müezzin efendi minarede ezanı bitirmek üzereydi. Ezanın sonunda "Allahü Ekber, Allahü Ekber, lâilâhe illâllah" derken o ana kadar asla işitmediğim birtakım sesler ve gürültüler, pek korkunç harıltılar ve homurtular bütün talebeyi dehşete saldı. Ne olduğunu, ne olduğumuzu veya olacağımızı asla anlayamamıştık. Alık alık birbirimizin yüzüne ve toz duman içinde kalan etrafımıza bakıyorduk.
Gözlerim daha evvel görülmeyen, havsalamızın idrak edemediği müthiş bir kuvvetle mektep camiinin minaresinin şerefiyesinin yukarısının kopup devrilmesine kaydı. Minare, tuz buz olup taşları etrafa savruldu. Dehşet! Genç ve çevik müezzinimiz bu dehşetli hâl karşısında hemen bir hamlede şerefiye kapısından içeri girerek gözden kayboldu. Meğerse yıldırım gibi bir süratle aşağıya inmiş ve hatta bir mucize olarak yaralanmadan, berelenmeden ölümden kurtulmuştu...
1894 depremi.
Deprem anında ben büyük bir korkuyla yere yattım. Rıhtım birçok yerinden yarılmış ve patlamıştı. Sular fışkırıyordu. Her tarafta aynı korkunç manzaralar görülüyordu. Büyükada ve Maltepe cihetleri toz duman içindeydi. Kulak tırmalayan gürültüler, yürekleri titretici hayretler devam ediyordu. Zemin de devamlı sallanıyor, âdeta titriyordu...
'KARDEŞİMİ ARAMAYA BAŞLADIM'
İstisnasız bütün talebeyi korku ve dehşet istila etmişti. Herkes bağrışıyor ve bulunduğu yeri emin görmeyerek koşuyor ve kaçıyordu. Birbirine çatanlar, yerlere yuvarlananlar, yaralananlar. "Ölüyorum" diye bağıranlar. Herkes çılgına dönmüştü. Bir hercümerç ki tasvir ve tasavvuru muhal. Sanki kıyamet kopuyordu. Talebeden bir kısmı denize atlamış ve Büyükada'ya doğru yüzüyordu. Diğer bir talebe grubu mektebin beş çifte talim filikasına doluşmuş, kürek çekerek denize açılıp kaçıyorlardı. Herkes avazı çıktığı kadar, göğsünün, boğazının kudreti yettiği kadar bağırıyor ve haykırıyordu...
Bahriye Mektebi yöneticileri ve hocaları.
Bu sırada "İmdat" diye bağıran bir ses duydum. Yeminler vererek kendisine yardıma koşulmasını istiyordu. Bu kişi Bahriye İkinci Sınıfından Nazmi Efendi olup sesi caminin yanından geliyordu. Gayri ihtiyari hiçbir şey düşünmeyerek o tarafa koştuğumda gayet feci ve müthiş bir manzarayla karşılaştım. Caminin İmamı İsmail Efendi enkaz altında inliyordu. Yanı başında mektebin daimî tamirat amelesinden sıvacı Ahmed usta perişan bir hâlde uzanmış kalmıştı. Biraz ötesinde ada jandarmalarının "baba" dedikleri uzun boylu, gür sakallı ihtiyar bir jandarma çavuşu minareden savrulan taşların altında ezilmişti... Parçalanmış cesetleri görünce ne olduğumu ne olacağımı düşünmeden ve korkmadan taşların ve enkazın altından bunları çıkararak bir tarafa koyduk. Bu sırada kulağıma başka bir ses geldi: "Nureddin ölmüş!.."
Yaralıları bırakarak olanca kuvvetle yine rıhtıma koştum. "Nureddin, Nureddin" diye yine haykıra haykıra şuursuz koşmaya, dolaşmaya, uçmaya başladım. Şiddetli zelzele durmuştu... Muhakemesiz, şuursuz, tıpkı bir deli gibi muttasıl dört tarafa koşuyordum. Nihayet, "Ağabeyciğim" diye bir ses duydum. Nureddin ölmemiş. Ağlaşarak birbirimize sarıldık. Meğerse zelzelenin şiddetiyle kahve ocağından fırlayan talebeler kahvede sıkışıp kalmışlar.
Bahriye Mektebi'nin idadiye dördüncü sınıfının büyük ve en kuvvetli bir talebesi olan Seyfeddin Efendi'nin yanına sokulan kardeşim onun kuvveti ve himmeti sayesinde kapıdan çıkmaya yol bulmuş. Fakat o sırada üzerlerine baca yıkılarak Seyfeddin'in diğer tarafında bulunan yine sınıf arkadaşımız Beylerbeyili Salih Efendi bu enkaz altında kalarak ölmüş. Diğer bazı ufak tefek yaralananlarla beraber Nureddin de kurtulmuş. Ölen Salih Efendi'yi Nureddin sanmışlar...
Bahriye Mektebi öğrencileri.
HER TARAFTA ÖLÜM KORKUSU
Etrafımız bir harabeye dönmüştü. Dershaneler, yatakhaneler, koğuşlar, kâmilen çatlamıştı. Mektebin duvarları sallanıyor, aralarındaki taşlar dökülüyordu. Her taraftan âdeta ölüm korkusu geliyordu. Mektebin arka kapısında manzara daha tahammülsüz, daha gönül yıkıcı idi. Heybeliada'da yaralanan ne kadar insan varsa hepsini Bahriye Mektebi'nin hastanesine taşıyorlardı. Divan taburu olduğumuz meydana hemen çadırlar kuruldu ve yerlere yataklar serildi. Her taraf gelen sivil, asker, kadın, erkek, İslam, Hristiyan yaralılarla doldu. İnleyen, ağlayan yaralıların, ölenlerin başında feryad ü figan eden kadın erkek, çocuk bir sürü yabancılar da mektebin içinde bulunuyordu.
Mektep Nazırımız Mehmed Raşid Bey geldi. Talebenin mektepte kalması, bu çatlak duvarlar ve binalar arasında bulunması imkânı yoktu. Derhal bunu takdir etti ve talebenin evlerine gönderilmesini emretti. Hepimiz mektep kıyafetindeydik. Yani sırtımızda eski elbiselerimiz vardı. Ayaklarımızda eski kunduralar bulunuyordu. Eşyalarımız koğuşlardaki dolaplarımızda kalmıştı. Buna da bir çare buldular. Beş kişiyi geçmemek ve gayet yavaş yürüyüp hiçbir sarsıntıya meydan vermemek üzere kısım kısım bizi koğuşlara sokarak eşyalarımızı almamıza izin verdiler.