Otel odalarında...

Geçtiğimiz yıl Eskişehir Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatrosu'nda sahneleyeceği oyun için uzun süre yaşadığı kent dışında kalan yönetmen arkadaşım Murat Atak'ı boy boy valizleriyle görünce düşünmüştüm uzun süren otel yaşamını. Hepimizin tatil ya da iş gezileri için kısa süreli konakladığı yerlerdir oteller. Son zamanlarda sık katıldığım festivaller ya da edebiyat söyleşileri için gittiğim şehirlerde beni de bağrına basan, yorgunluğumu azaltan, geçici bir korunaklık yaşamamı sağlayan hüzünlü odalardır. Öte yandan konaklayana varoluş sıkıntısını dayatır her biri. Odaya çekilmek başlangıçta tek başına kalmanın zaferi gibi görülse de, zaman içinde bir sıkıntı sarar sizi. Mıh gibi adeta böğrünüze saplanan bir sıkıntı...

*

Yahya Kemal gibi ev yerine yalnızca otel odasında yaşamak ise arafta kalanların ödediği bedeldir. ünkü otelde yaşamayı tercih edenler muhakkak ölüm duygusuyla iç içe geçenlerdir. Yusuf Atılgan 1973'te yayımladığı o meşhur romanı "Anayurt Oteli"nde, oteli kâtipliğini ve yöneticiliğini yapan Zebercet'in iletişimsizliğini, yalnızlığını ve ölüme doğru koşar adım giden yolculuğunu anlatır. Bu da otel ile müzmin yalnızlıkla iç içe geçen ölüm duygusunu bir kere daha anımsatır bize. Evsizliğin acısını ciğerimizde hissetmemizi sağlar.

*

Kervansaraylardan çok yıldızlı otellere dönüşen kapitalist dünya, otel odalarını da çekici kılabilmek için elinden geleni yapar. Böylece alçakgönüllü otellerin yerini metrekare olarak tantanalı yapılar alır. Tavandaki sarı boz ışık kendini şatafatlı kristal avizelere bırakır. Bu kadar büyük bir debdebe ortasında bile odalar yalnızlık sözcüğüyle eşdeğerdir. Belki de o yüzden Edip Cansever, "Eskimiş, kırık dökük yorgun/ Bir otel bile değildim ki günden bugüne/ ya çekip gitmişlerdi bir bir ya da / yaşayıp ölmüşlerdi otelleriyle" diye yazar. Salah Birsel de onun "Oteller Kenti"ne, "dünya koskoca, uçsuz bucaksız oynak bir oteldir" diye yanıt verir.

*

Füsun Akatlı, "Onların Otelleri Vardı" yazısında Meydan Palas Oteli'nde vefat eden riyaziye muallimi; şimdikilerin tâbiriyle "matematik öğretmeni" Esat Bey'den söz eder. Esat Bey, Meydan Palas Oteli'nin önünde bir fotoğraf çektirmiştir. Bir kaç yıl sonra da aynı otelin odasında yazı yazarken ölü bulunmuştur. O oteli ne kadar aradıysa da bulamaz Füsun Akatlı. Ama Esat Bey, çok yakın dostu Tomris Uyar'ın "Metal Yorgunluğu" öyküsünün kahramanı oluverir: "Bu fotoğrafı kimin çektiğini soracaksanız, maalesef bilmiyorum. Bugün sizinle buluşmaya gelmeden önce çok düşündüm ama bir türlü bulamadım." Esat Bey, Füsun Akatlı'nın dedesidir. Behçet Necatigil'in "Otel" şiiri ne çok yakışır bu hayatın acımasızlığını bize hatırlatan öyküye... "Ha evet otelde o hazır ölümlere/ herkesin kendini bir başka öldürmesi/ daima daha mutlu kalanlar..."

*

Bir dönemin en meşhur şiirlerinden "Han Duvarları"na Faruk Nafiz amlıbel, "Bir sarsıntı... uyandım uzun süren uykudan/ geçiyordu araba yola benzer bir sudan. / karşıda hisar gibi Niğde yükseliyordu" diye başlar. Ben de bir taşra otelinde sabaha karşı belediyenin temizlik için yolları süpüren arabasının akılalmaz gürültüsüyle uyanmıştım. ünkü kentin en büyük caddesinde gün boyu çekirdek çitleniyor; yollar çekirdek kabuklarından geçilmiyordu. Bu şiiri içimden okuduğumu ve kahkahalarla güldüğümü dün gibi hatırlıyorum.

*

Ayfer Tunç'un "Dünya Ağrısı"nda, iki adamın hikayesi çıkar karşımıza. Birbirini anlayan, kollayan, dert ortağı olarak gören iki adam... Üniversitede okurken çocukluğunun geçtiği şehre dönmek ve oteli işletmek zorunda kalan Mürşit'le, o otelin daimi müşterisi Madenci'nin geriye dönüşlerle yaşamından izleri anlatır. Böylece mekan, bir kere daha otel olarak çıkar karşımıza. Mürşit, Zebercet'ten farklıdır; ailesine kol kanat gererek oteli işletme mecburiyetindeki bir adama dönüşür. Nitekim romandaki anlatıcı da, "Ev başka birşeydir çünkü. Evin duvarları hayatın alanını belirler. Hayat evle hayat bulur, bir tanım kazanır," diyecektir.