İlhan ve Muzaffer kardeşler

Rönesans çagının doga bilimci filozofu Giordano Bruno, evren üzerine görüsleri nedeniyle engizisyon kovusturmalarından kurtulmak için yasamının uzun bir bölümünü, memleketinden uzakta geçirmisti. Italya'ya çagrıldıgında dostları ona bu çagrıyı kabul etmemesini salık vermişti. Nitekim memleketine ayak basar basmaz engizisyonca yakalanan Bruno, düsüncelerinden vazgeçmeye zorlanmıs, direnince uzun bir işkence döneminden sonra ölümle cezalandırılmıstı. Bruno'nun astronomi kavrayısı, çagdasları Galileo Galilei ve Kepler gibi matematik ile temellendirilmis degildi. O, düs gücü, duygu ve sezgilerle yüklü bir doga felsefesinin simgesiydi. Ama gelistirdigi felsefe ugruna ölümü yeglemis olmakla felsefe tarihinin en parlak sayfalarında yer almıstı. Onun yakılarak öldürülmesi ise insanı diğer canlılardan ayıran en önemli duyguyu, "vicdan" olgusunu parlatmıştı. "Vicdan" evrensel bir degerdir. Özü bakımından "insan dayanısması"nı içerir. Dolayısıyla vicdan yalnızca dogal bir insanlık güdüsü degil, aklın, bilincin ve toplumsallasmanın yarattıgı evrensel bir olgudur. Onu insanlıgın yüreginden, akıl ve inancından hiçbir güç söküp atamaz. Düşünsel planda dünya tarihinden el alarak sınıfsız bir dünya özlemiyle yanıp tutuşan, çağdaş köleliğe sistemli bir biçimde baş kaldıran Aydınlanmacıların ilişkili olduğu insani değerlerden biri de vicdandır. Ancak ülkemiz ölçeğinde vicdan tartımını da zorlayacak, dünyanın ortak değerlerini ve felsefesini, Aydınlanma değerleri üzerinden savunan gerçek aydınlara yönelik katliamlar yaşandı. Her biri deyim yerindeyse hastalık bulaşmış hayvanlar gibi itlaf edildi. Tüketilmek istenen onların düşünceleriydi. Pek çok aydınla birlikte, bugün yılmadan yinelediğimiz Muzaffer ve İlhan kardeşlerin yaşadıkları tam bir zulüm örneğiydi.

Ben bu hikâyeyi bire bir yaşamadım ama ailemden dinledim: Annemden, babamdan. Henüz doğmamışım. 12 Mart'ın hemen sonrası. Ankara Merkez Cezaevi. Menderes döneminde adı Hilton'a çıkmış 10. Koğuş. Muzaffer Erdost ve Vahap Erdoğdu birlikte kalıyorlar. Bir sonbahar günü Kartal-Maltepe Cezaevi'nden gelen babamı koyuyorlar yanlarına. Yıllar sonra o günler babam Behçet Aysan'ın bir şiirine dönüşüyor: "Albümdeki Yırtık Resim" "Bir yanda Muzaffer Abi voltadaki kehribar tespih gibi yanından ayırmamış hâlâ kanun-ı osmani mefhum-ı hakani düşünüyoruz resimde bile gür bıyıklı celali niçin isyan etti üç yüz yıl üç yüz kere ve niçin yükselmiş taş duvar yüzü resme düşmeyen bir halkın keder günlüğüne..."

Demek ki Muzaffer amca o sıralar Avni Ömer Efendi'nin Osmanlı toprak sistemi üzerine kaleme aldığı eserini, "Kanun-ı Osmani Mefhum-ı Hakani"yi okuyor. Muzaffer amcayı zihnime ilk yerleştirdiğim zaman küçüğüm. Kardeşi İlhan gözlerinin önünde yeni öldürülmüş. "Neden" diye soruyorum. Annem usulca ağlıyor. Oysa "Neden" sorusunun anlamı çok büyük. İlhan Erdost 12 Eylül'ün hemen sonrasında, yayınevlerince basılan, üstelik yasak kitaplar listesinde olmayan Engels'in "Doğanın Diyalektiği" nedeniyle önce gözaltına alınıp ağabeyi Muzaffer'in gözleri önünde dövülerek öldürüldüğünde son sözü, "Vurmayın, daha kızımı koklayıp öpemedim!" olmuş.