Dün, ülkemizde yine bayram havasına, duygu ve düşüncesine ulaşamamış bir "14 Mart Tıp Bayramı" daha, sağlık alanında basına yansıyan yenidoğan skandalı, stent pazarlığı, gereksiz yoğun bakım yatışları gibi haberlerin ortasında, "Sağlıkta Dönüşüm Programı" adı altında uygulanan politikalar nedeniyle piyasacılığın esiri kördüğüm halinde bir sağlık sisteminin gölgesinde geçti. İstanbul Tabip Odası, Taksim'in göbeğinde demir parmaklıklar arasına sığıştırılarak bir basın açıklaması yaptı. O manzara bile hekimlerin seslerini kör gözlere sağır kulaklara duyurmak için yaptığı fedakârlığın trajik haliydi. Bir grup hekim yalnızca kendi özlük hakları için değil, hasta hakları için de seslerini duyurmaya çalışıyor, önlerinde barikat... Sonrası mı Derin boşluk.
Hepimizin bildiği, yaşadığı gibi hekimlik kof bakışlarla değil insan sıcaklığıyla bütünleşirse değer kazanır. Hastanelerin soğuk, mavi, kirli odalarını içten bir gülümseme tozpembeye çevirebilir. Samimi bir bakış, dokunuş, ağızdan dökülen yumuşacık sözcükler hastanın duyduğu kaygıyı dindirir. Aynı bedenindeki acıyı, sancıyı dindirdiği gibi. Bu nedenle hekimlik yalnızca vücudu bilme, tartma, aksaklıkları görme, teşhis koyma, tedavi etme birikimi değil, aynı zamanda çok karmaşık olarak nitelendirebileceğimiz insanı anlama sanatıdır. Böyle bir atmosferden insanı çekip çıkarmak yine hekimliğin görevidir. Bu deneyimi bir de kendi düşünsel dünyasıyla katmerliyorsa, aklını anlamayla ve öğrenmeyle donatıyorsa uğraşının doruk noktasındadır. O yüzden yıllardır hekimliği, "en devrimci meslek" olarak adlandırır dururum.
Çünkü hekim duyarlılığı Cenap Şahabettin'in olağanüstü eseri "Elhanı Şita"da karı imleyen dizelerinde gizlidir: "Bir beyaz lerze, bir dumanlı uçuş"
Anton Çehov'un "Vanya Dayı"sında umudun kutsandığı yerdedir: "Yaşayacağız Vanya Dayı, yaşayacağız. Çok uzun günler ve yorucu akşamlar geçireceğiz alınyazımızın bütün sınavlarına sabırla katlanacağız."
Aynı zamanda küçük bir çocukken doktorum olan Orhan Asena'nın "Tanrılar ve İnsanlar" oyunundaki, "Öyleyse ben ölülerinize mezar, dirilerinize yuva vaat ediyorum" sözleriyle yaşam ve ölümün çatışmasıdır.
Ceyhun Atuf Kansu'nun "Kızamuk Ağıdı"ndaki bir günde 23 çocuğun ölmesine başkaldırıdır: "Ben perişan, utanmış, bu köyün üstünde,
Kahrolurken, siz beyciğim neredeydiniz"
Bulgakov'un "Köpek Kalbinde"ki, "Bilin ki korkunç olan, artık onda köpek değil insan kalbi olmasıdır" söylemi sistemdeki köpeklermiş insan, insanlaşmış köpeklerin ironisidir.
Ercan Kesal'ın "Peri Gazoz"unda "Bu gazoz bir harika dostum! Taşranın sıcak kurağı ve serin kasvetiyle birlikte acayip iyi gidiyor" deyişiyle kurak yalnızlığıdır.
Esin Şenol'un "Ay Işığında Yıkanan Kadınlar"ındaki "Şimdi yaşananlar her şeyin sonu muydu, yoksa ortası mı, başı mıydı Beyni zonklamaya başladı." satırlarıyla kadınları yüzleşmeye davet eden isyanıdır.