Tarihi Yazmak, Geçmişle Hesaplaşmak

Tarihi yazmak, sadece olup biteni anlatmak değildir; bir milletin hafızasını canlı tutma gayretidir. Çünkü hafızasını kaybeden bir toplum, yönünü de kaybeder. Bizim hafızamızsa, şu günlerde her ekranda gösterilen dizi filmlerde olduğu gibi sadece savaşlar, padişahlar, fetihler değildir; dualar, emekler, umutlar ve alın teridir.

Bugün ne yazık ki geçmişini küçümsemeyi "ilericilik", kendi değerlerinden uzaklaşmayı "özgürlük" zanneden bir anlayışla karşı karşıyayız. Sosyal medyanın birkaç satırlık yorumlarında, dijital platformların yarım saatlik belgesellerinde koca bir medeniyetin yargılandığını görüyoruz. Tarihin inceliklerini bilmeden, dönemin şartlarını anlamadan yapılan bu kolay ön yargılar, aslında bir hafıza savaşının parçası. Bu savaşta hedef, tarihimizi unutturmak değil sadece; onu çarpıtarak içini boşaltmak, ruhunu söndürmek.

Oysa gerçek tarihçilik, bugünün ideolojik gölgesini geçmişin üzerine düşürmeden o dönemin ruhunu anlamaya çalışmaktır. Bir kararın ardındaki zorunluluğu, bir hatanın içindeki insani yanılgıyı, bir başarının arkasındaki fedakârlığı görebilmektir. Vicdanı olmayan bir tarih, gerçeği değil, önyargıyı büyütür.

Geçtiğimiz ay Üsküdar Kitap Fuarı'nda Beyan Yayınları standında tanıştığım yazar Füsun Genç, bu anlamda dikkat çekici bir eser kaleme almış: Osmanlı'nın Sonbaharı. Roman, Osmanlı'nın son dönemine ışık tutarken tarih anlatısına bir sıcaklık, bir insan yüzü kazandırıyor. Yazar, tarihin sadece büyük savaşlardan, fermanlardan ibaret olmadığını; aynı zamanda bir insanlık mücadelesi olduğunu hatırlatıyor.

Genç, Osmanlı tarihinin en tartışmalı meselelerinden biri olan şehzâdelerin gözaltına alınmaları, hapsedilmeleri ve öldürülmeleri konusuna da dokunuyor. Bu meseleyi yalnızca bir "zulüm hikâyesi" olarak değil, devletin varlığını sürdürme refleksi çerçevesinde değerlendiriyor. Doğrusu, bu noktada yazarla tam olarak aynı fikirde değilim. Çünkü bir milletin geleceği ne kadar önemli olursa olsun, vicdan terazisi de o kadar önemlidir. Devletin bekasıyla insanın hakkı arasındaki dengeyi korumak, tarihî olduğu kadar ahlâkî bir sorumluluktur.