Dün Etnikçiliğin Demokratik Rejim karşıtlığını (düşmanlığını) yazmıştım.
Bugün sıra Mezhepçilik ve Tarikatçılıkta.
Esas olarak Etnikçiliğin bölücülüğü konusunda geçerli olan bütün tezler elbette Mezhepçilik ve Tarikatçılık için de geçerlidir.
Bu açıdan bu yazı dünkü yazının devamı niteliğinde olarak okunmalıdır.
Aslında bu yazı Özgür Özel'in ciddi bir anlam taşıyan, zekice yapılmış olan ve bu nedenlerle büyük bir olay yaratan, "Stockholm Sendromu" metaforu üzerine yazılmış olan 3. makale.
Pazar'a 4. de gelecek.
***
Tarih boyunca, insanlar, doğdukları aileye, aşirete, ülkeye, coğrafyaya, topluma göre, derhal belli kimliklerle damgalanırlar.
İnsanların sürüler halinde yaşadıkları dönemde bu kimlik aile ve aşiret kimliğidir.
Daha sonra, insanlık yerleşik kültüre geçince, beylikler, krallıklar, imparatorluklar döneminde tek tanrılı dinler gelir ve insanlar artık dinlerine göre kimlik sahibi olurlar.
Derken, beyler, krallar, imparatorlar, şahlar, padişahlar, dinleri kendi egemenliklerini pekiştirmek için kullanmaya başlayınca, iktidar kavgaları mezhepleri doğurdu.
Ayrıca her mezhep içindeki yerel farklılıklar tarikatlar biçiminde örgütlenmeye başladılar ve böylece insanların, din ve mezhep kimliklerine bir de tarikat kimlikleri eklendi.
Hıristiyanlıktaki, Katolik, Ortodoks ve Protestan ana mezhepleri ile Müslümanlıktaki Sünnilik, Şiilik ana mezhepleri arasındaki "taht kavgaları", yani egemenlik savaşları, bütün insanlık tarihini, hem Batı'da, hem Doğu'da kana buladı.
Derken insanlık tarım üretiminden fabrika üretimine geçti.
Böylece tarlasındaki yalnız tarım işçisi, fabrikadaki toplu üretim yapan sanayi işçisine dönüştü ve iletişim için zorunlu olan dil gerekliliği, milletleri (ulusları) yarattı.
Böylece, insanlar, doğuştan gelen aile, aşiret, din, mezhep ve tarikat kimliklerine ek olarak bir de milletine, ulusuna ilişkin kimliğe sahip oldular.
Millet, ulus kavramı, insanların kendilerinin ve dillerinin kökenlerine ilişkin yaptıkları araştırmalarla, teknolojinin de gelişmesiyle, ırk kavramlarını oluşturdu.
Hiçbir yeni kimlik eskisini yok etmedi.
Üstelik etnik köken yani ırk kavramı, millet ya da ulus kimliğini haddinden fazla güçlendirerek ve istismar ederek, Faşizme yol açtı.
Sonuç olarak insanlık, geçinmek için kendisine gerekli olan doğal ve yapay kaynakları elde etmek, korumak ve kullanmak için "kendi benzerleriyle" birlik olmak ve dayanışma ile güçlenerek "başka" insan gruplarıyla mücadele ve rekabet etmek için kurduğu devlet yapılarını bu kimlikler üzerinden oluşturdu...
Böylece bu kimlikler, paylaşım savaşlarında, genellikle gerekçe olarak, ama gerekçe olmasalar bile, kesinlikle işlevsel olarak kan dökmek için kullanıldı.

3