Sevinçli bir telaş içinde
Ortaköy vakti zamanında sihirli bir merkezdi. Çok değil 25-30 yıl önce. Boğazın dalgalarıyla öpüşen minik bir liman, oya gibi işlenmiş Osmanlı yâdigarı iskele binası. Bir küçük lokanta, bir sürü çay bahçesi ve Ortaköy camisi. Ortada da denize bakan asırlık ağaçlarıyla bir park. Ama ne park. Denizi izleyen hülyalı insanlarda bir Ahmet Haşim sükûneti...
Ülkenin üstünden buldozer gibi bir cunta geçmiş, yakmış yandırmış, 500 bin kişide hasar bırakmıştı. Her cunta gibi memleketi yokluğa yoksulluğa mahkûm etmiş, kendine orada burada apartman ormanları inşa etmiş, diz çöktürdüklerine unvan vermiş, devlet hazinesi batarken de paniğe kapılmış, ekonomiyi kurtarsın diye munis ve muhafazakâr bir ekonomisti atamıştı başa.
Parasızdık, herkes parasızdı. Bu dünyada sosyalist ülke yok, hepsi baskıcı devlet kapitalizmi diyen, şiddete tapmak karanlık bir ideoloji, sağlı sollu kullanılıyorsunuz diyen...
Böyle dedikleri için müphem karşılanan genç ve bir miktar uyanmış idealist sosyalistler dahil herkesin cebi delikti, hayattan da atılmışlardı. Zaten yasal işkencenin siyasi şubesi ayrımcı değil kapsayıcıydı. Herkesi kucaklıyordu!
Ortaköy'ün ülkücüleri de o dönemin devrimci gençleriyle aynı mâkûs kaderi paylaşıyorlardı. Aynı itilmişlik aynı kullanılmışlık...
Ülkücüler, korsan yılbaşı düzenleyip alkol ve illa ki parkta aşna fişne şenliği düzenleyen feminist grupları pataklıyorlardı ama ağırbaşlı devrimci gençlerle iyi geçiniyorlardı. Çekilen ortak acıya duyulan bir saygı vardı...
O sırada parkta kitap tezgâhları açılmaya başladı. Genç insanlar kitap, takı filan satmaya aç karınlarını doyurmaya başladılar. Ben de tuzu kuru bir arkadaşımın hediye ettiği bir depo dolusu kitapla tezgâh açmıştım. Yanımdaki tezgâh ülkücü birinin kız kardeşinindi. Bir itiş kakıştan sonra tanışmış el sıkışmıştık. Küçük kız bana emanet edilmişti.
Dünya tatlısı bir kızdı. Arada evden bana kızarmış hamur getirirdi. Güneşli havalarda çay bahçelerine gelenler bize acıyarak bakıyor ve çok kitap alıyordu. Birinden davlumbaz fırın bulmuş sigara böreği yapmış, pazar günleri onu da satmaya başlamıştım. Pek beğenilmişti. Yanaklarımız al al olmuş, sakallarımız berber görmüştü. Bu karanlıktan çıkabiliriz duygusu yaşanan sosyal depresyonu kırdı kıracaktı. Öyle sevinçli günlerdi.
Bahar ilerleyince uysal bir mutluluk ensemizden tuttu. Sergimin başında, bize su bardağında verilen çayı yudumluyor, boğazın karşı kıyısında ormanı biçip bölen kaçak villalara aldırış etmeden saçlarımı rüzgârlara vererek önümden geçip giden kalabalığı izliyor, Türkiye denen bilmeceyi düşünüyordum...
Ortaköy'ün renkli tipleri de ortaya çıkmıştı. Zargana lâkaplı dal gibi kavruk adam herkesin yardımına koşan fakir bir balıkçıydı. Onun reisi İştirakçi Şeref teknesinde yatıp kalıyordu. Akşamları iskelede balık ızgara işine bakıyordu. Yanlarına gelip Attilâ İlhan şiiri okuyanlara balık ekmek ikram ediyordu.
Geceleri orası böyle edebî bir şölenle yanıyor, Ortaköy camii bize hüzünle bakıyor, biz ona unutulmuş bir merhametin öksüz çocukları gibi yan bakışlar atıyorduk. Deniz, lacivert geceye "odam kireçtir benim" türküsüyle bıçkın selamlar gönderiyordu...
Öğleden sonraları tombiş, güleç yüzlü bir adam çıkagelir, elindeki tencerede tadından yenmez içli köfteler satardı. Ak pak garson ceketiyle meydanı dolanır bir-iki saate satacağını satar, sonra gelir önümdeki duvarın üstüne tenceresini koyar, dinlenirdi. Sürme gözlü tatlı bir adamdı. Kendi kendine şarkılar mırıldanırdı. En çok da Bir Bahar Akşamı şarkısını.