Önce çocuktuk, ağzını yaya yaya eş...e...k diye bağıran adama neden güldüklerini anlayamadık. Sonra aynı filmlerde "ârif" adını üçkağıtçıya, "kâmil" adını aptala çıkaranlara şaşkınlıkla baktık. Büyüklerimiz kâmil bir insan olursun inşallah evlâdım derken, aptal ol demek istememişti herhalde.
Sonra tıfıllığımızda her ramazan gezdiğimiz İstanbul'un 40 kutsal mekânıyla dalga geçildiğini duyduk. Telli Baba komediydi, sufi ermişler köylüydü, "Şaban" aşağılamaydı. Adı Ramazan olanlar bu yüzden adını değiştirdi.
***
Ay ne güzel masumiyet yıllarıydı denen o eski Türk sineması yılları; geleneksel her kelimeye her duruşa tepkili, erotik denen filmleriyle birkaç nesli sakatlayan, kötü görüntüler ve taverna tadında oyunculukla estetik bilincimizi zehirleyen, basit senaryolarıyla yaratıcılığımızı kilitleyen, kalitemizi düşüren...
Bir taarruzdu...
Birkaç özenli çalışmayı tenzih edelim. Ama şunu da kabul edelim. Kışkırtılan nostalji duygumuzun yere göğe sığdıramadığı "Hababam Sınıfı"; ergen, düşkün bir ideolojinin hepimizin ruhuna sirayet etmesiydi. Beynimizi formatlamasıydı...
Hâlen o formatlanmanın sancılarını yaşıyoruz...
***
Bugün birçok dizinin, filmin; o eski berbat rutinden üstümüze sinmiş sathiliğin, yüzeyselliğin kıyıya vuran dalgaları olduğunu düşünüyorum. Entrika ve mafyöz tavırlara düşkün, bir ahlâki değer koyamayan çocuksu, dünyanın da bizi öyle görmesine neden olan talihsiz işlerdir bunlar. Dizilerimiz dünyaya satılıyor diye böbürlenmek de boşuna. Latin Amerika'nın Yalan Rüzgarlarını da yıllarca izledik. Onlar da dünyaya satılıyordu. Latin Amerika o muydu
Müsamere tadındaki oyunculukları etek yırtmaçları ve göğüs dekolteleriyle ölçülen artistlerin ödül töreni mikrofonlarına yaptıkları süfli atarlarsa hadise, biz zaten o hâllere gülüp geçeriz...
Ama mevzu fikrimizi fikriyatımızı yaşam kültürümüzü hususiyetlerimizi dünya görüşümüzü yansıtmak ise; mânâyı ruhu anlamı asıl olanı özütü hissi hülâsayı anlatmak ise mesele...
Ülkelerin kültür seviyesini tanıtmada, kendini dünyaya anlatmada fikri kalitenin en önemli ispat sahası olan sinema sanatında...
Önce içimizdeki balı ortaya çıkarmalı ve tarzımızı, üslubumuzu, sanatımızı o bala göre yeniden şekillendirmeliyiz.
***
Bütün bu olan bitenin bir nedeni de bence ruhumuza işlemiş olan taklitçiliktir. Birçok dizi öyledir, film öyle...
İllâki taklitçilik kaba şekilciliktir.
Bu içimize işlemiş sakil bir ideolojidir. Dışa, şekle önem vermek, öyle görünmek için çırpınmak, vasat bir zekânın bile tahammül edemeyeceği sıkıntılı bir şey olsa gerektir.
Atatürk ismini her yere asmayı çağdaşlık sananlarla bu ülkenin en şerefli darbe karşıtı anti-faşist direnişinin tarihini ezberleyip anlamını unutanlar, aynı şekilcilikle gölgelendirilmektedirler.
Hayatımızın her alanında derme çatma bir şov öne çıkarılmış, ruhsal derinlik küçümsenmiştir. Karakterimizdeki derinlikle değil de şıngırdaklı görüntümüzle, bağırarak söylemeye mecbur kaldığımız klişelerle övünüyoruz çoğunlukla.
Şekli önemsiyoruz. Esas olay özde halbuki...
Elbette her özün bir şekli şemaili vardır. Kabuk olmadan tohum olmuyor. Kabuksuz ceviz olmayacağı gibi.
Kabuk çekirdeğin koruyucusu. Şunu söylemekten de çekinmeyelim, öz olmadan kabuk koftiden bir şey, boş bir şey. Cevizin kuru kabuğu mangal yakmaktan başka bir işe yaramıyor...