Okunmuş pirinçlerle
Okunmuş pirinçleri yutarak gittim her okula. Üniversite sınavında vızıldayınca kurşunlar kulağımda, boğazıma dizildi pirinçler ama takmadım fazla. Bir miktar gastrit haddizâtında. Her sınavdan geçtim sağ olsun Geylânî, hamdolsun Fatiha...
Sonradan dank etti fakat kafama, hiçbir önemi yokmuş üniversite sınavlarının. Esas sınav hayatla.
Esas sınav hayatla. Ne yaptın ne ettin, maksadın ne Nasıl bir ülkede yaşıyorsun, neler eksik neler fazla Kimsin sen Niçin etrafta insan kılığında maymunlar geziyor Niçin kimse görmüyor Deli misin yoksa
Tövbe estağfurullah...
Kutsal nedir, ya okullarda seni izleyen büstler Her Cumhuriyet Bayramı'nda çıktım salya sümük ciğerdelen şiirler okudum. Çünkü tuvaletleri taşan bütün okulların birincisiydim. Hüngür hüngür ağlıyordum okurken, öğretmenler acıyordu halime. Aslında kendi yalnızlığıma ağlıyormuşum o şiirlerde, bugün düşünüyorum da. Sordum ama kendime, nedir cumhuriyet, Osmanlı ne demek. Beni ağlatan bu çocuksu coşkunun ardındaki asıl söz kimin İçimde "Bu sen değilsin!" diyen o itirazcı...
Kim-kim-kim
Daima o sıkıntı, o daralma. Yok mu yerim buralarda
***
Sigara dumanlı halkevlerinin, kalın kaşlı cami yaptırma derneklerinin önünden geçtim, top oynadım kolum kırıldı, Osmanlıyım dedim de varoş güldü bana. Anadolu İrfanı lafını da yerli yersiz kullanma!
Maksim Gorki'nin bir tiyatrosunda sevdiğim kızla yakınlaşmak için sahneye bile çıktım ama hiç sevmedim sahneyi. Bilmiyorum (en iyisini psikiyatrlar bilir) zinhar çekmedi beni kamera önünde artisti oynamak.
Kelimelere aşıktım hep. Düş kurmaya, şairlere, filozoflara, romancılara. Ha bir de sinema yönetmenlerine.
Zaten üniversite yıllarında çağın filozofları yönetmenlerdir abicim, diyerekten hayatım söndü Yeşilçam dangalaklıklarında.
Dangalaklık dediğime bakmayın çok şey öğrendim o izbe sokaklarda. Setlerde çalıştım epey bir ara. Senaryolar, oyunlar yazdım. Ya çalındı ya da eksik kaldı telaşlı yıllarda. Çoğu da kayboldu zaten canı burnunda maceraların orman yangınlarında.
Gelişine yaşadım, evsiz kaldım, orda burda kaldım, sırt çantası mülküm oldu. Kaplumbağanın kıymetini işte o vakit anladım...
Kimsesiz, uykusuz kaldım, tütün tabakam kayboldu alacakaranlıklarda.
Ezilmeyi gördüm, hor görülmek nedir bildim. Ama yalan yok, bir HİÇ olmanın iğde kokulu özgür rüzgarları da esti bakımsız saçlarımda. Esti de hased denen şeyle; en alttakilerin o ezik, o ayak kokulu kininle en dipte, bizzat tanıştım. Derviş ile dolandırıcı kördüğümdü sokakta, gördüm...
Kadınlar ve aşk sandığım şeyler de geldi başıma. Üstüne basılarak yaşamak ordinaryüs profesörlük mazbatası, çelikten bir metânet oldu desem inanın bana.
Okunmuş pirinçleri kaybettiğim zamanlar mıydı, yoksa kalubelâda bu mu verilmişti zâtıma Yolumun ta kendisi miydi yani beni savuran, bilmiyorum. Boynumdan kopup kaybolan o muska mı yoksa:
"Ya vedud ender maksut, mâbudum sensin sen ver muradımı..."
Biliyorum yakında gelecek o muska bana. Bütün o geçen yılların hazmedilmiş ve hamdedilmiş rahmeti adına...
***
Her şey aslına rücu eder. Nesne yerini bulduğunda sükuna erer. İnsanın sükunu kendini bilmesinden geçer. İnsan "unuttu" demek. İlâhî kökünü unutur. Mevlâna'nın dediği gibi "inleyip" durmamız ondan. Bazıları "ölmeden ölmeye" o sebeple çalışır. Hatırlamak ve ayılmak için...