Geylâni bana bakardı

Yağmur gür gür başlayınca, evin damı yaz ortasında ziftlendiği için akmaz, odamdaki döküm sobada tutuşan çıralardan yükselen rayiha, "her şey yolunda" hissiyatı, bir dirilik bahşederdi.


Penceremin önünde uzanan tarlaları su basar, birkaç kilometre uzakta akan dere taşar, oralardaki derme çatma, işçi sınıfının evlerini su basardı. Biz daha bir yukardaydık tamam da onlar işçi sınıfıysa biz neydik Aramızda sadece bir eğim farkı vardı. Bu kadar küçük bir ayrıntı Marks'a göre bir sınıf ayrımı mıydı

***

Zaten benim aklımda damdaki güvercinler vardı.


Bu yağmurda onlar ne yapıyordu Taklacılar, paçalılar, yüksekten uçanlar, sarı kanatlılar. Şimdi yüzde bin beş yüz saman doldurduğum yataklarında birbirlerine yanaşıp kafalarını boyunlarına gömmüşler, ısınmaya çalışıyorlardı. Tahta merdivenle cambazlama çıkıp onlara bakmayı yediremezdim kendime, düşünürken bile sırtım ürperiyordu...


Bencillik ne acayip durum diye geçirirdim içimden. Yatağımdaki allı güllü yorganımı şöyle bir düzeltir, kir götürsün diye koyu mavi olan çarşafımı çekiştirirdim. Kardeşim karşı yatakta fosur fosur uyurdu.


Babam çoktan vardiyasına gitmiş olurdu. Ben tombik anamın salondaki sobayı yakıp çayı koymasını beklerken bir kitap açardım. Dışarda gri mavi bir gökyüzü karşı yamacın ufkunda meyve bahçelerini örterdi. O bahçelerin sahibi çocuk benim sevdiğim kızı alır, öperdi. Mutfaktan kırılan bir bardak sesi gelir, içimde bir cam şangır şungur inerdi. O kızın niye onu seçtiğini düşünür, işin içinden çıkamaz, cüzdanımdaki üç kuruşu bilir, bununla kızı sinemaya bile götüremeyeceğimi anlar, ağzımdan kahrolsun kapitalizm sözü patlardı. Sonra aklıma tırışkadan sosyalist ülkelerdeki komünist parti üyelerinden müteşekkil ayrıcalıklı sınıf ve halkların büyük yoksulluğu gelir, acı acı güler, yemişim senin slogan soytarılığını diye mırıldanır, açar bir Attila İlhan okurdum.


Pencereden, ıslak çayırların yeşili sanki bir göz olur, beni izlerdi.

***

"akşamlar bir roman gibi biterdi / jezabel kan içinde yatardı / limandan bir gemi giderdi


sen kalkıp ona giderdin / benzin mum gibi giderdin / sabaha kadar kalırdın


hayırsızın biriydi fikrimce / güldü mü cenazeye benzerdi / hele seni kollarına aldı mı

felâketim olurdu ağlardım... "

***


O ıslak üşümüş sabahlarda şiirler bana bir yaşama sevinci verirdi. Defterimi açar bir öykü yazardım. Öyküye "Ağzımda Cam Kırıkları" diye bir başlık atardım. Tam bahçe sahibi zengin çocuğun maymun iştahlı bir kereste olduğunu yazarken annem çay hazır diye seslenir, terliklerimi giyer kapıyı açardım.


Bir açardım ki aman yarabbi!

Bir anda ev yok olur, kendimi uçsuz bucaksız sular içinde bulurdum. Sel sularının üstünde uçan güvercinler gelip başıma konar, suyun içindeki ayaklarım üşümezdi. Yumuşacık bir suydu bu. Öyle hafiflemiş olurdum ki ne yalnızlığım ne de başka bir şey artık canımı sıkmazdı. Kollarımı açıp bir an için gözlerimi kapardım. Tek hücreli, çok eski bir hatıra, solungaçlarını çıkarıp kulaklıklarını takar, bir ney sesi yükselir, tam kanatlanıp uçma duygusuna teslim olacakken araya elektro gitarlar girer, Cem Karaca başlardı.


"Bir gün belki hayattan, geçmişteki günlerden, bir teselli ararsın, bak o zaman resmime" diye sisli bir sesle söyler, başımdan aşağıya rengarenk bir yıldız yağmuru akardı. Kaldırıp başımı göğe bakardım. Pamuktan bulutların arasında bir siluet, bağdaş kurmuş sakallı bir adam belirir, bana ifşa edilmemiş bir sırla gülümserdi.