Yağmur mevsimi geldiğinde dereler taşar, geniş çayırları sel basar, tarlalar o yıl daha bir bereketlenirdi. Evlerde sobalar yanar, pencere kenarlarında ekmeğe margarin sürülüp üstüne toz şeker ekilir, ileriki yaşlarda başa gelecek damar sertliklerine giriş yapılırdı...
***
Küçük çocuklar, lastik çizmeleri ve ayazda üşümesinler diye fanilaların altına anaların sardığı gazete kağıtlarıyla tombik bir hediye paketi gibi kör karanlıkta yola koyulurlardı. Etraf tenha olurdu. Seçimler yaklaştığı için alelacele mıcır döşenmiş, illaki çamura yenilmiş yollarda aksırarak tıksırarak duran otobüsler serçe ürkekliğindeki işçi kızlarla gözleri çapaklı oğlanları toplamış, çoktan fabrikalara götürmüş olurdu.
Okulun yolu uzun bir yoldu. Taştan taşa sıçrayarak denge sporu yapan minikler, bazen yol kenarındaki ağacın dalında uzun giysileriyle cansız bir manken gibi sallanan kendini asmış genç kızla karşılaşır, seyre gelmiş avare ve de sarı benizli ahalinin yanından hızla geçer, sınıfta fısıltıyla bile olsa bunu konuşmak istemez, "sevdiğine vermemişler ondan" sözlerine kulak kapayıp omuriliklerine dek titrerlerdi...
***
Tuvaletleri nedense hep taşmış olan ortaokulun kirli sarı siluetine uygun sınıflara toz kaldırarak girilir, üstüne sevilen kızların isimlerinin kazındığı tahta sıralara yerleşilirdi. Pencere kenarında oturan kızların saçlarına puslu havanın gri ışıltıları düşer, ön sıralarda oturanların defterlerindeki nizam intizam dikkati çekerdi. Arka sıralarda, çift dikiş giden kart oğlanlar henüz uykuları açılmadığından sessiz, kime zorbalık yapacaklarını hesaplayan uykuda bir terör hücresi kadar donuk otururlar, edebiyatçı sınıfa girdiğinde öf pöf yaparlardı.
Edebiyatçı dediğim Türkçeciydi. Şık takım elbisesi, tiril tiril gömleği ve Fellini güneş gözlükleriyle kimseye bakmadan "günaydın arkadaşlar" derdi. Bizler de Kuzey Kore tadında hazır ol da cevap verirdik: "Günaydın örtmenim..."
Öğretmen, sanki bu durumdan pek de haz etmediğini hissettiren bir poker suratla kara kaplı defterini açar, sandalyesinde kaykılır, bacaklarını uzatır, "çıkarın kağıtları kompozisyon yazacaksınız" der, beni heyecan basardı. O, bir öğretmenler sendikasına üye olduğu için buralara sürülmüş olur, Çağdaş Türk Edebiyatıyla da onun sayesinde tanışılırdı.
Hoca yazılacak konuyu söyleyince kimliksiz duvarların boğuntusu nefes alır, ıssız sıkıntı kaybolur, ama sınıfın çoğunluğunu karamsar düşünceler alırdı: "Ne yazması ya"
Çoğu arkadaş zar zor okuyordu...
***
Genelde tekmil öğretmenler de yılgın bedbin durur, motamot ders anlatır, giderlerdi.
İngilizce dersine dışardan bir hanımefendi gelmişti. Büyük ihtimal köklü bir ailenin ferdiydi. Belki de başına büyük bir felaket gelmiş, rica minnet burada iş bulmuştu.
Orta yaşın üstünde zarif bir kadıncağızdı. Kolej mezunuydu. Yabancı dili değil de yabancı dilden nasıl nefret ediliri öğretiyordu. Dersten kopanların onu hiç dinlememelerine şaşırıyor, yüzü kızarıyor, arada sınıftan kaçıp müdüre şikâyet ediyordu. Biz oraya öğrenmek için gelenler tabii üzülüyorduk ama biz de Mister Brown Misis Brownlardan tiksinmiş oluyor, dalga geçiyor, kadının adını Kontes koyuyor, derslerde "what is this" şeklinde uyukluyorduk...
Çok sonraki yıllarda, Can Yücel'in "Yalnızlık" şiirini duyduğumda, şık tayyörü ve portakal rengi rujuyla o çamur deryasına ışınlanmış o hanımefendi gelecekti aklıma.