Coppola'nın kadrajından Jacobs'ın filtresiz dünyası

Sofia Coppola'nın yakın arkadaşı Marc Jacobs'ı anlattığı ve gelecek ay Venedik Film Festivali'nde gösterilecek ilk belgesel filmi "Marc by Sofia" sadece modaseverler için değil. Aksine; moda ve sinema üzerine konuşan, yaratıcılık ve üretim üzerine düşünen, durmayı ve yeniden başlamayı bilen herkesin ilgisini çekecek.


Sofia Coppola ve Marc Jacobs'ın yolları ilk kez 2000'lerin başında kesiştiğinde, aralarında tuhaf bir uyum vardı. Coppola'nın sade, içine kapanık ama dikkatli bakışıyla Jacobs'ın çocuksu, yer yer alaycı dünyası bir şekilde örtüştü. Birbirlerini tamamen tanımadan, zaten aynı dili konuştuklarını anlamışlardı. Aradan geçen 20 yılda birlikte işler yaptılar, kampanyalar çektiler, çanta tasarladılar. Şimdi ise Sofia Coppola, yıllardır yanında olan yaratıcı arkadaşı hakkında bir belgesel çekti: "Marc by Sofia".

Film, önümüzdeki ay 2025 Venedik Film Festivali'nde yarışma dışı gösterilecek. Başlık bile bir tür oyun: Jacobs'ın gençlere yönelik 'Marc by Marc Jacobs' adlı bir alt markası vardı. Coppola'nın belgeseli, o isimle oynayarak hem dostluklarını hem de birbirlerini şekillendirişlerini vurguluyor.

Ne fazla samimi ne de soğuk

Sofia Coppola sinemada hiçbir zaman bağırmadı. Karakterleri genelde sessizdi, olaylar büyük değildi. Ama hep bir şeyler eksikti ve o eksiklik filmi taşırdı. Bu belgeselde de aynı yöntem var. Marc Jacobs'ı çocukluğundan alıp anlatmıyor. Kronolojik bir başarı hikâyesi yok. Onun yerine bugünden bakıyor: Jacobs'ın tasarım anlayışı, çalışma biçimi, içine kapanışları, yeniden çıkışları… Pandemi sırasında yaşadığı duraklama, üretimin kesilmesi, ekipsiz kalınca yaratamaması… Bunları dürüstçe anlatıyor. "Hiçbir şey yapamıyorum," dediği anları çekinmeden gösteriyor.

Film bir yandan moda dünyasını anlatıyor ama esas konu, yaratmanın kırılganlığı. Jacobs'ın sözleri Coppola'nın filmlerindeki karakterlerini hatırlatıyor: "Yalnız hissediyorum, her şey dağıldı, ne yapacağımı bilmiyorum." Ama bu sefer yalnız genç bir kadın değil, 60'ına yaklaşmış, hâlâ kendini yeniden tanımlamaya çalışan bir adam var karşımızda.

Coppola, bu belgeseli bir yönetmen olarak değil, yakın bir arkadaş gibi çekmiş. Bu da filme özel bir ton katıyor. Kamera uzakta değil. Jacobs'ı stüdyosunda, evinde, aynanın karşısında, prova sırasında izliyoruz. Anlatıcı yok. Röportajlar bile yapılmış gibi değil. Doğrudan, filtresiz, olduğu gibi. Coppola'nın film boyunca kurduğu mesafe çok dikkatli: Ne fazla samimi ne de soğuk. Ne yüceltiyor, ne küçümsüyor. Sadece bakıyor.

Bu 'bakma' hâli, Coppola sinemasının temelinde hep vardı. "Lost in Translation"da Tokyo'ya yabancı iki insanın birbirine bakışı, "Somewhere"de bir otel odasında geçen günlerin ağır ilerleyişi… Belgeselde de benzer bir ritim var. Jacobs'ın geçmişine çok girmiyor. Perry Ellis skandalı, Vuitton'daki devrim, Murakami iş birliği… Bunlar detay olarak geçiyor. Odakta hep şu soru var: Bu adam bugün ne hissediyor Ne yapıyor


Marc Jacobs, Amerikan Vogue'un Aralık 2024 sayısının ilk konuk yayın yönetmeniydi.

Moda anlatısından kişisel bir hikâyeye

Jacobs'ın geçen yıl Vogue dergisine konuk editör olması belgeselde yer verilen önemli anlardan biri. "Ben ne anlarım dergicilikten" diye düşünmesine rağmen kendini bu işe veriyor. Dergi yapım süreci boyunca dansçılarla çalışıyor, temalar belirliyor: tutku, disiplin, çılgınlık, güzellik. Bu sayede moda dünyasının çok ötesine geçen bir yaratım süreci izliyoruz. Belgesel de tam bu çizgide yürüyor: Moda anlatısı gibi başlayıp kişisel bir hikâyeye dönüşüyor.