Bazen bir şiir sessizce gelir. Gölgesiz, telaşsız, su gibi… Ne yüksek sesle bağırır, ne büyük iddialar taşır. Sadece akar.
Sanki suyun ayak sesi gibi...
Sohrab Sepehri'nin (1928-1980) şiirleri tam da böyle bir sesle dokunur hayata.
Gürültülü çağların dışında kalmayı seçmiştir Sepehri. Sözü bir sığınak gibi kurmuştur.
Doğduğu yer Kaşan'dır; ama şiirinde hep daha derin, daha içsel bir yurt arar:
"Kaşanlıyım ama / Değil benim şehrim Kaşan / Benim şehrim kayboldu."
Bu dingin ses, belki en saf haliyle Suyun Ayak Sesi'nde duyulur.
Ömürlük bir şiirdir. Esaslı bir şiirdir.
O dinginliğin içinde yağmur başlar… Kelimeleri yıkayan bir yağmur:
"Kelimeleri yıkamalı.
Kelime rüzgâr olmalı, yağmur olmalı.
Şemsiyeleri kapatmalı.
Yağmur altında yürümeli."
Bu yalnızca dili değil, zihni ve kalbi de arındırma çağrısıdır. Kelimeler bazen nefes olur, bazen ışık, bazen dua. Yağmur gibi değmiştir hayata; insana dokunmuştur.
Sepehri'nin sesi, dünyanın karmaşasına dudak büken bir sestir. Yaşamı süslemeye değil, anlamaya çalışan bir ses:
"Yaşam bir tabak yıkamaktır."
Sıradanlıkta gizlenen derinlik vardır. Bir metelik bulmanın sevinci, pencere önünde suskun bir duruş, bir güvercinin sesi…
Hepsi insanın unuttuğu, ama kalbinin özlediği yalın gerçekliğe işaret eder.
Modern yaşamın unuttuğu sadeliği hatırlatır Sepehri.
Ona göre hakikat, gözün değil, kalbin görebildiği şeylerde gizlidir.