Haydi ademoğlu kendinle tanış, Uzak dediğin yer en çok bir karış

"Kütüphanecilik mesleğini nasıl tanımlarsınız" sorusuna verilmiş en güzel cevaplardan biri olsa gerek...

"Kütüphanecilik kitap sevenlerin mesleği... Öyle olmalı. Bir de önce insanı sevmek, insana hizmeti sevmek lazım. Kütüphanelerde toplumun ve insanlığın hafızası korunur. Bu hafızayı en iyi şekilde koruyacak fiziki önlemleri almak, kolay erişim sağlayacak yöntemler geliştirerek insanlara ulaştırmak mesleğin icaplarındandır.

Bu sözlerin sahibi Ramazan Minder, ülkemizde kütüphaneciliğin son otuz yılına şahitlik etmiş bir isim. Hali hazırda Beyazıt Devlet Kütüphanesi Müdürü. Onun öncesinde Atatürk Kütüphanesi müdürü idi.

28 Şubat post modern darbe sürecindeki vandal tutumla İstanbul Üniversitesi kütüphanesinden çıkarılan çok sayıda yazma eseri çöpe gitmekten, yok olmaktan kurtaran oydu.

Bu yıl Cumhurbaşkanlığı Kültür Sanat Büyük Ödülü'ne layık görülen Ramazan Minder ile kütüphanecilik üzerine yapılmış derinlikli bir söyleşi var bu ayki Ytiksöz Dergisi'nin sayfalarında.

Şair-yazar Duran Boz'un genel yayın yönetmenliğini yaptığı Kahramanmaraş marhreçli dergide ayrıca, yayıncılıkla uğraşmış (bir kısmı Daru'l-beka'ya göçmüş) ve halen yayıncılıkla iştigal eden sahafların listesi de yer alıyor. Yanı sıra, Selahattin Öztürk tarafından hazırlanmış 'Sahaf, Sahaflık ve Sahafiye' üzerine bir soruşturma Yitiksöz'ün konu ile alakalı dosyasında...

Dergide ilgi çekici yazılardan biri de Enver Gülşen imzasını taşıyor. 'Bir tefekkür aracı olarak deprem ve filmler' başlıklı yazısında Gülşen, batı sineması ile doğu sinemasının depremlere bakış açısını karşılaştırıyor.

Bu bağlamda, Batılı ana akım filmlerde, depremlerle birlikte insanlık hallerinde ortaya çıkan travmaların çözümünün çoğu zaman kesin bir bilimcilikte bulunduğunu dile getiren Gülşen, buna mukabil, İran sinemasından örnekler vererek, doğunun felaketlere bakış açısını şu ifadelerle değerlendiriyor: 'Abbas Kiarostami'nin deprem konulu filmlerinde karşımıza çıkan duygu şudur: Tevazu ve metanet ile hayatın kapanmış kapılarından açılacak yeni pencereler bulmak... O 'karanlıkta' bile hayata, hakikate ve güzelliğe dair bir şeyler aramak... 'İnsan insanın kurdu olduğu için' karanlığın tehlikelerine karşı uyanık olmak zorunda olan ve bu yüzden tamamen aydınlık yerler yaratma saplantısını karakteri yapmış Batılı bireyin yaptığının tam tersi, hayatı, acısı tatlısı, hüznü sevinciyle birlikte ve olduğu gibi kabul etmek... Mücadelesini 'doğal felaket olan depreme karşı' değil, hayatta insanı insan olmaktan alıkoyacak şeylere karşı vermek!..'