Yine bir 9 Eylül geliyor. Bu tarihin iki güçlü çağrışımı var belleğimde. 9 Eylül 1922, İzmir'in kurtuluşu. 20. yüzyılın amacına erişmiş ilk antiemperyalist kurtuluş savaşının zaferini bütün dünyaya ilan ettiği gün. 9 Eylül 1984, kendine özgü diliyle, bakışıyla, şiiriyle Türk sinemasında bir milat olan Yılmaz Güney'in Paris'te hayata gözlerini yumduğu gün. Yılmaz Güney'in yaşamı Paris'te noktalandı ve tam 41 yıldır Pere-Lachaise mezarlığında, Paris komüncüleriyle yan yana yatıyor ama filmleri, öyküleri, düşleri, şiirleri, romanı bize Türkiye'yi, bize bizi anlatmayı sürdürüyor.
EDEBİYATI YILMAZ GÜNEYBütün dünyanın sinemasıyla tanıdığı Yılmaz Güney'in aynı zamanda güçlü bir kalem olduğunu da unutmamak gerekir. Onun hem "Hücrem" ve "Selimiye Mektupları" adlı eserlerinden derlenerek oyunlaştırılmış "Anılar 71"i hem de "Boynu Bükük Öldüler" adlı romanından aynı adla uyarlanmış oyunu sahneye koyma şansını buldum. "Hücrem"de kendisiyle hesaplaşan, kendisini acımasızca eleştiren bir aydının, bir sanatçının duygularını ve düşüncelerini tüm içtenliğiyle yazan, "Sarsıntı sarsılarak geçilecek" gibi unutulmaz cümleler kaleme alan Yılmaz Güney ile Paris'te "Duvar" filminin çekimleri sırasında sohbet ederken anlattığı Selimiye hücresinde benim de kaldığımı anlayınca çok şaşırmıştık ikimiz de! "Boynu Bükük Öldüler"deki karakterleri nasıl yarattığını ise şöyle anlatmıştı kendisi: "oğunlukla anlattığım insanları görürdüm düşlerimde, onlarla yaşardım. Anlattığım insanları tanıyordum, biliyordum ve onları anımsarken gerçekçi ve içten olmaya çalışıyordum."
Gerçekçilik, içtenlik, hayatın sihrini, gizini yakalayıp onu kendi kişisel büyüsünü katarak yeniden yaratmak... Yılmaz Güney'in sinemasının da edebiyatının da en önemli özellikleridir bunlar. Sinemamızda açtığı çığırla, söyleyecek sözünü mutlaka söyleme kararlılığıyla ve ezilen halklardan, ezilen insanlardan, ötekileştirilenlerden yana hiç ödünsüz tavrıyla bu memleketin insanlarının gönlünden silinmeyecek olan Yılmaz Güney'i saygıyla, sevgiyle anıyorum.
OBEN GÜNEYYıl 1978. Hayati Asılyazıcı, İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları'nın genel sanat yönetmeni olmuş. Ben de Şehir Tiyatrosu'nda oyuncuyum, 12 Mart'tan sonra afla çıkmışım, sevgili Muhsin (Ertuğrul) Hoca kadromu korumuş, tekrar çağırmış beni yetiştiğim kuruma. O yıl tiyatroda yerinden yönetim dönemi başladı. Farklı bölgelerde ekipler kuruldu. Üsküdar'ın ekip sanat yönetmeni de Oben Güney. Oben Güney çok değerli bir sanatçıydı. Yazar, şair, yönetmen, entelektüel kimliği ve yurtdışı, özellikle de Polonya ve Grotowski tiyatrosu birikimiyle farkı hemen hissedilen bir tiyatro insanıydı. Yönettiği "Almanlar" oyununda ben de oynamıştım. Bir gün beni çağırdı, "Emel senin mutlaka bir oyun yönetmeni istiyorum" dedi. (12 Mart'a kadar insanlar bana "Emel" derlerdi, nüfus cüzdanımdaki diğer isim mahkemelerde hatırlanınca sonra "Ayşe Emel" diye anılır oldum. İki isimden üç isme geçiş Türkiye'ye genellikle darbelerin armağanı olmuştur.) "Oben Bey hiç deneyimim yok" dedim. "Sen koreografsın, dansı yöneten tiyatro sahnesini de yönetir" diye susturdu beni. Sordum: "Hangi oyunu düşünüyorsunuz" "Fırtına" deyince az daha kaçıyordum. Neyse, sonunda Lorca'nın "Don Cristobita ile Dona Rosita'nın Acıklı Güldürüsü" oyununda anlaştık. Metin ekmez, Nilgün Kasapbaşoğlu ve Nedret Denizhan'ın oynadıkları bu ilk reji benim açımdan uzun bir yönetmenlik yolunun başlangıcı oldu. Oben Güney de kişisel tarihime dokunmuş "ikinci Güney" olarak belleğimde yerini aldı. Tiyatro yazınına "İnsanda Tiyatro, Tiyatroda İnsan" gibi değerli bir eser de armağan eden Oben Güney'i çok erken bir tarihte, 28 Ağustos 1993'te, henüz 55 yaşındayken yitirdik. Saygıyla, sevgiyle anıyorum.