Kuruçeşme'deki barında 2000'li yılların başında tanımıştım Ece'yi. Uzaktan çekinerek izlediğimi hatırlıyorum bu heybetli kadını. Bir ruh 'heybeti' sözünü ettiğim, çekinirsiniz önce genelde. Ne kadar kocaman bir kalbi olduğunu, o kalbe neleri neleri sığdırdığını sonradan görürsünüz. Dikkatli bakarsanız. Çünkü o her şeye dikkatli bakar, özenli bakar. İnsana da, kediye de, çiçeğe de, domatese bibere de.
Sonra Asmalımescit'e taşındı, 2007 senesinde. Biz de dost olduk, ne mutlu. Küçücük bir dükkân açtı. Bence ona yakıştı bu 'küçücük'lük çünkü kartal gözleriyle bir bakışta her köşeye hâkim olabiliyordu. Kimin o gün canı sıkkın, kimin sohbete, kimin susmaya ihtiyacı var, kim tabağında yemek bıraktı, hepsini görürdü. Bu sonuncusu çok önemli çünkü o gider icabında 1000 kilometre yol yapar, eliyle ot toplar, pazarlardan sebzenin en körpesini bulur, bilmem hangi köyden tereyağıalır gelir ve onların tabakta kalıp atılması kabul edebileceği bir şey değildir. "Fazla gelir, bunları yiyin, yeriniz kalırsa söylersiniz" diye sipariş vermenizi engelleyen bir lokanta sahibi olabilir mi Sebzeye de saygısı var, "ben alacağım paraya bakarım" demez.
Ece Aksoy'u kaybettiğimizden beri (5 Eylül) anılar, hikâyeler, unutulmaz hayat öğretileri cirit atıyor kafamda. Yıllarca onun açtığı mekânlarda görüşen insanlar cami avlusunda buluştu. Bayağı öksüz kalmış gibiydik hepimiz. Bazılarını Ece hastalanıp Ece Aksoy 9'u devrettiğinden beri görmemişim, bir ailenin fertleri gibi toplandık orada.
O kadar güçlü bir kadındı ki. Şikâyet etmez, karşısındaki insanı dinler, yüreklendirir… Hayatın getirdiklerini göğüslemeye, yeni bir adım atmaya, sevmediği işi bırakmaya, o hayırsız adamı terk etmeye, terk edenleri unutmaya... Hep önüne bakmaya. Kendisi öyle yapmış. Öyküler, şiirler yazan, İstanbul'a gidip okumayı, sevdiği yazarlarla tanışmayı hayal eden bir kızken 11 yaşında babasız kalmış ve para kazanmak için ne iş bulursa yapmak zorunda kalmış. Ama İstanbul'a da gelmiş sonunda, sevdiği yazarlarla da tanışmış. Önce kocası, kızı Zeynep'in babası gazeteci Tunca Aksoy'un arkadaşları, sonra da kendi müşterileri, dostları olarak.
Tunca Aksoy'u 36 yaşında kaybedip beş yaşındaki çocuğuyla bir başına kalmasıyla başlamış Ece efsanesi. Egemen Bostancı "Gel Şan Tiyatrosu'nun barını işlet, zaten yıllardır 20 kişilik sofralar kuruyorsun evde" demiş. Orası uzun ömürlü olmamış ama ardından yine Egemen Bostancı ile Günay Tuncel Stüdyo 54'ü açtığında bir katı Ece Bar olarak İstanbul'un gece hayatını kasıp kavurmaya başlamış. Sene 1984. Bütün sanatçılar, yazarlar, çizerler, reklamcılar orada...
O parlak giden mekânı Günay Tuncel çıkacak gruplara karışmaya başladığı için bir gecede, hem de "Bu gece kimseden hesap almıyorum" diyerek bırakıvermesi Ece'nin karakterini çok güzel anlatıyor. O doğru bildiğini yapacak, kimse ona karışmayacak, kısıtlamaya çalışmayacak. Kendisi söylüyor, 'kedi bünyeli' bir kadın, özgürlüğünden taviz vermez.