DEĞERLİ KARDEŞLERİM: Bu yazımda kısaca bize ne oldu başlığı altında bir yazı yazmaya çalışacağım. İnternette bir araştırma yaptım. Bir kısım yazarlar geçmişte aynı başlığı kullanarak makaleler yazmışlar. Onların yazılarından da bazı alıntılar yaparak yazımızı tamamlamaya çalışacağım inşallah. Bizim tarihimiz altın sayfalarla doludur. Şerefli ve kahraman ecdadımız bizleri mahcup edecek, başımızı öne eğdirecek hiçbir miras bırakmadılar. Tarihimiz fetihlerle, kahramanlıklarla doludur. Ancak ecdadımız her fethettiği yeri imar etmiş, camiler, köprüler, çeşmeler, hamamlar çarşılar yaparak, ülkelerin kalkınmasına vesile olmuşlardır. Ecdadımız fethettiği hiçbir ülkedeki insanların dini inanışlarına, ibadetlerine, özellikle dillerine müdahale etmemiş, dinleri, dilleri başka olsa da onlara tam bir serbestlik tanımıştır. Eğer ecdadımız dünkü ve bugünkü batılı ülkeler gibi sömürü, asimilasyon yapsaydı, baskı uygulamış olsaydı. Bugün dünyanın dörtte üçü Türkçe konuşur olurdu. Müslüman Türk milletinde sonsuz merhamet vardır. Gerçek insan haklarına saygı bizim ecdadımızda ve bizlerde vardır. Tarihi birçok olay bunun canlı şahididir. Ecdadımız savaşta bile savaş hukukuna riayet etmiş, mabetlere, ekili arazilere, kadınlara, yaşlılara, çocuklara, din adamlarına, hastalara, eman dileyenlere asla müdahale etmemiş, bilhassa onları koruma altına almıştır. Ancak son zamanlarda birçok yaşlımız ve gencimiz ekserimiz taklitçi olduk. Birçokları hele, hele gençlerin büyük bir kısmı ahlaken çökmüş, tefessüh etmiş batı hayranı olmuşlardır. Birçok gencimiz çalışmadan zengin olmayı arzu ediyorlar. Birçokları da üzülerek ifade edelim ki, çok affedersiniz kedisine veya köpeğine verdiği değeri, onlara yaptıkları; hizmeti analarına, babalarına vermiyorlar (Darülacezeler, düşkünler yurtları günümüzde dolu.). Bize ne oldu... (Sokakta nice genç hanımefendiler, beyefendiler gördüm. Annelerine, babalarına yapamadıkları hizmeti; çok affedersiniz kucağında taşıdığı köpeğinin kakasının cebinden veya çantasından çıkardığı bir ıslak mendille temizliyor. Ve pisliği ve temizlik malzemelerini çantasına münasip bir yere atmak için koyuyor.). "Değerli dostlar; bize 'nazar' mı değdi, yoksa, biz 'Allah'ın ipine sarılmayı bıraktık da O da bizim ipimizi mi bıraktı!" Nasıl bırakmasın ki Müslüman bir ülkede hâlâ musibetlerden ders almadığımızı gösteren batı özentili rezaletler büyük bir heyecanla tatbik edilmeye çalışılıyor. Mübarek Ramazan-ı şerif gününde bir sokağa çıkın, bakın birçok insan Cenab-ı Allah ile alay eder şekilde orucunu yiyor. Eskiden ülkemiz de gayrimüslim vatandaşlar bile Müslümanların Ramazan ayına saygı gösterir, aleni yemez, içmezlerdi Ya bugün Dinim İslam'dır diyen Ahmetler, Mehmetler, Ayşeler, Fatmalar ne durumdadırlar Arif Nihat Asya'dan konumuzla alakalı bir şiirinin birkaç kıtasını buraya alıp birlikte okuyalım:
"Ne olduysa hep bize azar azar oldu.
Bize bir nazar oldu Cumamız Pazar oldu.
Ne şöhretten hastayız ne de candan hastayız.
Ne ruhça ne vücutça ne haldeyiz belli değil...!
Avrupa'ya bir değil iki pencere açtık,
Uzun yıllardan beri cereyandan hastayız.
Batı batı diyerek eyvah hep batıyoruz.
Yaklaştıkça her sene yılbaşı...
Yapılır milletime Frenkçe sahte aşı,
Buna ağlar ağacı hem toprağı, taşı,
Batı batı diyerek eyvah hep batıyoruz,
Sen Hıristiyan mısın Diye sorsan darılır"
Biz eski bize benzemiyoruz Bunu sebeplerini iyice araştırıp, nasıl tedbirler almamız gerektiği üzerine ilgililerimizin ciddi çalışmalar yapması gerekmektedir. Maddi olarak ülkemizde bazı şeyleri başardık ancak manevi olarak kaybettiklerimizin gerçek manada hesabını yapanlar var mı "Bir de her yere cami yaptık, imam hatip ortaokul ve imam hatip liselerini hizmete açtık. Ama içini; adam gibi adamlar yetiştirmediğimiz için doldurmayı unuttuk. Oysa camiler bizim için taş, tuğla, çimento, minare, kubbeden ibaret değildi. "Allah'ın evi" idi...! Okullar kariyer yapma yerinden önce karakterli nesiller yetiştirme yeri olması gerekirken başaramadık Evet, şairin dediği gibi, ne olduysa azar azar oldu. Ve toplum artık "azar" oldu ve "azarlamak" da işe yaramaz oldu.". Gerçekten bize ne oldu Bizler nasıl bu hallere geldik veya getirildik Evet, her gün yeni bir ahlaksızlıkla gündeme gelen magazin dünyasında, kadim Anadolu kültürü ile örf ve adetleri ayaklar altına alınıyor. Söz konusu çevrelerdeki gayr-i meşru ilişkiler zinciri, akıl almaz boyutlara ulaştı. Bunları geçtik, dini, mezhebi, etnik, ideolojik, politik, felsefi, vicdani kanaat farklılıklarına dayalı olarak ülkeler, halklar kendi içinde bir iç savaş yaşıyor adeta. Aynı ülkenin çocukları birbirini öldürüyor. Onu da geçtik, aile içinde, anne-baba, veli ve çocuklar, gelin-kaynana, damat-kayınpeder, enişte, bacanak, amca-dayı, hala-teyze herkes birbiri ile kavgalı Vahşet ve katliam haberlerini kanıksadık. (Alıntı) Aylardan beri Filistin ve Gazze'de İsrail'in zulmü ve vahşeti devam ediyor Hem bu vahşeti, bu barbarlık karşısında susan dünya liderlerine, dünya milletlerine, özellikle dini liderler ki; Papa, Patrik, Kardinal, Papaz ve Haham efendiler ile dünyada olan bütün dini liderlere önemli bir tarihi hadiseyi sunmak isterim. Bir Karadenizli Müslüman Türkün Çanakkale harbinde; kalkıp da Avustralya'dan Türklerle savaşmak, Türklerin ülkesini almak için gelen Anzaklılara nasıl davrandığı tarihi bir hikâyeyi ibret olsun diye sizlerle, bütün dünya liderleri ile bütün dini ve dünya üzerindeki cemaat liderleri ile paylaşmak isterim. Hadise şöyle:
"Çanakkale'de yedi oğlundan dördünü şehit veren Samsun'un Bekdiğin köyünden Ali Çavuş'un hikayesi de çok ilginçtir. Harbin son dönemleridir. Mehmetçik süngüyle hücuma kalkar ve düşmanı geri püskürtür. Geri kaçarken bazı yaralı düşman askerleri de siperlerde kalır daha geri gidemezler. Ali Dayı, düşman askerlerinden iki tane Anzak askerini bu şekilde siperde yaralı bulur. Bunları tutar tedavileri için cephenin arkasına getirir. Orada bir kısım tedavileri ile ilgilenir. Nihayet harp biter. Sekiz ay bu cephede harp eden Ali Dayı, harp bitince bu iki esiri yanında İstanbul'a getirir. Kimse zarar vermesin diye de üzerlerine Türk askeri üniformasını giydirir. Oradan doğru memleketi Samsun'a. Samsun'un Bekdiğin köyüne alır getirir. Köylü bu iki yabancıya kucak açar bunları bağrına basar. Derken iki Avustralyalı 1916 yılında Samsun'da yaşamaya başlarlar. Kendilerine gösterilen tarlayı ekerler, biçerler. Sıcak bir dostluk atmosferi oluşur. Hayat alabildiğine hoş ve huzurlu devam edip dururken, bir gün Ali Dayı bunları melül, mahzun görür. Sebebini sorar: Memleketinden çok uzakta olan bu iki asker, kendi topraklarını ve akrabalarını özlemiştir. Ali Dayı durumu anlar. Hemen ne yapabileceğini düşünür. Nihayet, çareyi hanımının altınlarını istemede bulur. Bu ikisini alır doğru İstanbul'a. Araştırır, soruşturur hemen yakında Avustralya'ya kalkacak bir gemi bulur. Ali Dayı, eşinin altınlarını bozdurur, bu iki Anzak askerinin biletlerini alır, yanlarına azık temin eder ve uğurlar... İşte, imanla yoğrulmuş bu şefkat abideleri, haksız yere kimseye kıymamışlar. Hatta, civanmertlikleri sayesinde düşmanları tarafından bile takdir görmüşlerdir. Öyle ya fazilet odur ki, düşman dahi takdir etsin. Şimdilerde bu ruha başta bizim ve daha sonra da bütün insanlığın ne kadar ihtiyacı var. Ecdadımızın dün savaşlarda yaptıkları insanlıkları insanlıktan nasibi olmayan zalim, barbar Netanyahu da okusun Bütün dünya zalimlerine ecdadımızın merhameti ibret olsun. Evet bu yüce duyguları biz nereden aldık ve nasıl kaybettik. Üzerinde uzun uzun durulmaya değer... (Alıntı, Ali Çavuşun Hikayesi)