Başlığımız, çok bilinen bir deyim.
Her insanın yaşaya geldiği bir hâli, kayda değer birçok ahvali var.
Hani, heybesi dolu, hayat serüveni yüklü olan kimseler "Hayatım roman" derler ya, işte öyle bir şey.
Kimler nasıl avlar zihne gelen dünlerin meselini, ne ile ifade edebilir onların misalini bilemeyiz; ama kast ettiğimiz şey, hayatın merhalesi.
Bir cihette, hayatın, hayat buluş evresi.
Oyuna doymayan çocukluk, ele avuca sığmayan gençlik, sözünün sohbetinin dinlenmeye başlandığı olgunluk çağı derken yaşlılık gelir, çalar kapıyı.
Yaşayan, yaşlanır.
Dünyada var oluştan, dünyadan yok oluşa uzanan; yok olmayıp, ötelere dair bir mutluluk umududur hayatın bu demleri.
Düğün gibi, bayram gibi; ruha safâ, seyran gibi...
Hayatı, hayatın safahatını kırık dökük birkaç cümleye sığdırmak ne mümkün.
Onu tarif için, tasavvur; tasavvur için de hayal dürbünüyle delip geçmek gerekiyor zamanı.
İnsan hayalsiz olmaz. Çünkü hayal, hakikate basamak.
Marifet, bu sınırsız hayal yolculuğu esnasında, kilometre taşları mesabesindeki sahnelere mim ya da işaret koymak.
Nasıl ki film çekimi esnasında, her sahne veyahut her bölüme ait ayrıntı, kameraya "klaket" (çekim tahtası) tutarak işaretlenir; yani, görsel bir not düşülür.
Aynen onun gibi, hayat filminde de, klaket görevi gören unsurlar bulunur. Bu bazen manalı bir sözle, bazen mazi kılıklı bir fotoğrafla; mümkünse, bir film karesiyle işaret konur dünün satır aralarına.
Yahut "Kimler ne der" demeden, oturur yazarsın manzum ya da mensur olarak.
Tahayyülün doruğuysa, romandır.
Zamanı durdurmak mümkün olmadığı gibi, tükenmez tevehhüm ettiğimiz ömrü ve sabit zannettiğimiz hayatı zapturapt altına almak da mümkün olmuyor. Geçip gidiyor sessiz, sedasız zaman.