Yorgun zamanlar matinesi

Mektubuma başlarken... diye başlayan mektuplar; öldü.

Bir samimiyet, bir ihlas, bir mahremiyet vardı o beyaz zarflarda.

Bayram tebrik kartlarında...

Bir içimiz vardı.

Bir içim su gibi dostluklarımız...

Sonra masum, çevirmeli telefonlar...

Az katlı evler...

Birdenbire yıkıldı yüzlerce yılın birikimleri.

"Bir tatlı huzur almaya..." giderdik semtlere.

Elle tutulur gibiydi saadet, sükûnet, dostluklar, muhabbet...

Aşklar bile...

İçimizin bir ürpertisi vardı.

Günah korkusu, sevaplar sevinci...

Yaşamak "yaşanır" bir şeydi.

Bir şeydik dün; onca makamsız ve parasızlığımızla...

Bir şeyler sızdı içimizden; içimize bir şeyler sızdı.

Şimdi aynalar bile yabancı bize.

"Şimdiki medeniyet" pek yaramadı.

Yaralarımız azdı; azalmadı.

"Hep bana..." şarkıları söyledik, söylüyoruz.

Bunun adı: Ego, enaniyet, benlik, cimrilik...

Bu âhirzaman günlerinin zehirli apoleti...

Dünya "insanlık" imtihanında...

Ya geçeceğiz ya kalacağız...

Gidişat hayra alamet değil... mi; selamet mi; bak, gör; karar ver-me!

Patır patır dökülüyoruz. Üstelik çok yorulduk.

Uçaklar, trenler, internet...

Binalar, arabalar, yollar...

Geliştik, diyorsunuz; ben aksini iddia ediyorum.

Evet; sayılar, binalar, paralar çoğaldı. oğaldı da yine belli (belirsiz) ellerden belli (belirsiz) ellere...

Azalan bir şeyler var; yalnız! Şehirlerde gökyüzünü azalttık. Toprakları asfalt/beton yaptık. İnsanları tek ton...

Bize toprak lazım... Bize gökyüzü lazım...Bize ağaç, bize çiçek, bize böcek... lazım. Size bir şey diyeyim de lafı toptan anlayın: Okul da, cami de bu kainat... Baksanıza; okuttuklarımız "bela" okuyorlar âleme; kendini okumayınca.

İşte kanlı ve gözyaşılı haberler doluşuyor yaşlı dünyanın başına; insan kendini unutunca ama çok sancılı...

Madde, para, silâh, bankalar, binalar... sırasını savdı ümidim var.

Aklımızı başımıza alalım da kalbimizin de bi' gönlünü alalım; ha!