Yok olsun yokluk - Ân diyarı (15)

Uçup giden yıllar

Diplomasız yaşanmaz gibi elime tutuşturulan sıra sıra kuru diplomalar... Yetmedi bir daha, bir daha...

Bu hangi işkence... Hangi boşluk... Hangi çıkmaz sokaklar...

Çöl neydi peki

İhtiyaçların karşılanmadığı yer...

Biri var; öteki yok...

Hattâ paran da diploman da makamın mansıbın olsa da... Yok işte yok!

Yok ne demekse o... Boşluk mu; yok!

Karanlık... diyesim geldi; o da değil... Karanlık var -bir şey- ki görüyorsun!

Bu "yok" denilen şey karanlık bile değil demek ki... Boşluk da değil...

Yokluk olsa olsa cehalet mi fukaralık mı savaşlar mı cimrilik mi kötü sözler mi ilgisizlik mi... farkında olmayışların hepsi diyerek bu işi masaya koyalım o zaman.

Adam teşekkürden uzak; yokluk bu işte!

Kulağına dökülen bahar bestelerinin hiçbirini duymuyor; yokluk bu işte!

Baharları uzaktan yakından okşamıyor; yokluk bu işte!

Aç kalmak, susuz kalmak tamam bildiğimiz şeyler de... suyu içerken bile içtiğinin farkında değilsen yokluk bu işte!

Martıların o süzülüşünün farkında değilsen... martı yok ki sana!

Şu var mı derdim anneme yok derdi. Yiyecek, giyecek gibi şeyler... "O bile mi yok" gibilerinden...

Israr ederdim de kızmış gibi yapar, suratını ne kadar ekşiltebilirse ekşiltir ve diyeceğini derdi: "Sen yoktan anlamaz mısın"

Bütün tiyatro, diyalog, alışveriş biterdi. Araya yokluk gibi bir sessizlik gelip otururdu. O bitmeyen işlerine döner; ben çocuk çocuk ne yapardım bilmem.

Yokluğun boyadığı bir hayatın içinde geçiyormuş yıllar da haberim yokmuş.

Sonra değişen çok bir şey oldu mu; yok!

Kocaman okulların doğuracağı bir şey yokmuş meğer! Fare doğuran dağlar misali...