Sekiz on beş dersleri - Ân diyarı (29)

Selim Alilerin evinde bir aralar sekiz on beş dersleri vardı. On beş dakika kadar süren hayata ara verme veya hayatı yakalama seanslarıydı.

Ders, adını Selim Ali'nin bindiği Şehir Hatları vapurundan alıyordu. O vapur yolculukları hayatının en serin, berrak köşelerinde yüzüp duruyordu.

Eski oturdukları Boğaz'ı gören o şirin, şiir ev...

Sanki o mahallede doğmuş hissederdi kendini.

Bozkırdan İstanbul'a gelen birisine böyle bir saadet kolay bulunurlar içinde değildi.

Gelenler burayı nerden buldun, bize de bulsana deyip duruyorlardı.

Selim Ali'nin hayatındaki en büyük ikramlardan biri bu idi belki de.

Belki de şiirle uğraşmasının bir tevafuku idi. Hayatta başıboş ne vardı ki...

Bu eve kitap boyunca arada bir dönebiliriz; sekiz on beşte Beylerbeyi'nden seyre çıkan vapurları seyr için... Dönülmeyecek gibi de değil...

O akşam ev dersi Sekinci Söz'dü. Hikâyeden hayata açılan kapı...

Ayrı ayrı susuz kuyulara düşmüş iki kardeş...

Arslan -ecel- peşlerine düşmüş.

Korkudan kaçıyorlar ama biri her şeyi düşman; biri ise her şeyi dost, hizmetçi görüyor.

Kuyudaki ağaca yapışıyorlar. Ağaç her türlü meyveyle dolu...

Biri düşünmeden deli dolu, faydalı, zararlı yemeye koyuluyor; biri tadımlık olduğunu biliyor; seçiyor. (Ah, sorgulamadan yaşanan hayatlar mı demek gerek burda; diyelim bakalım!)

Arslan yukarda, aşağıda ejderha...

Kuyu bu dünya... Derinliği altmış arşın... Ortalama ömrü temsil ediyor.

Kardeşlerden biri hep güzel; öteki hep kötü şeylere nazar eyliyor. Birindeki bakış açısı; öbüründeki bakış acısı...