Hayat: Emeller ve Ölüm Çarşısı - Ân diyarı (23)

Selim Ali, zor, zorlu günlerin oldu mu hiç Şöyle mi deseydim: "Olduğun oldu mu, hiç

Gerçi oldum desen olmamış oluyorsun da... kendinden geçip kendine geldiğin, kendini kendinde bulduğun, dolup boşaldığın, boşalıp dolduğun, her dolup boşaldıkça başka biri (mi) olduğun!

Veya kendini kendine en son ne zaman sordun Sordun mu

Eline kalemi alıp kendinin bir mini hikâyesini, romanını yazdın mı, yazabilir misin

Sevgili Kendim, diye elli, yüz kelimelik de olsa kendine mektup yazdın mı Kendini kendine mektup yazacak kadar yakın bulmuyor musun

Selim Ali! Kendini çok dağıttığının, hırpaladığının ne zaman farkına varacaksın

Dur, dur; hemen uzaklaşma şu birkaç sorudan yorulup!

Nerde yaşıyorsun şu ân Orası cennetin mi yoksa nerden mi düştüm buraya diyorsun Deme istersen de ben sana emel ve ölüm arası bir terazi vereyim: "Dünyayı ebedî sanmaktan kapanmıyor yaraların. Acıların dinmiyor. Emellerin sinmiyor. Dünyanın her ân bir toprak gibi altından kaydığının farkında değilsin.

Bir kefede emel; ötekinde ölüm... Bu terazinin ayarını bozma derim.

Daha gençsin, ortasındasın ömrün de ölümü çok uzakta düşünüyorsun. Ya da iskeleye çok yakınsın; haberin yok.

Bunu da geçelim de bir sohbet esnasında duymuştum; ölümü anlatan kafiyeli şu sözü:

"Gençler arayla; ihtiyarlar sırayla..."

Kim arada kim sırada

Ah ölüm!

Âlemin hayat kadar ve belki ondan da güçlü nefesi, çığlığı, fotoğrafı, daveti, sûreti, silinmeyen silüeti... sin.

Hayata sıkı sıkıya bağlanma metanetini bize ölüm mü aşılıyor, hissettiriyor!

Hayata ihtiyacımız ne kadarsa ölüme de o kadar demek. Demek ölüme de ihtiyacımız var. Ölümsüz insan olmadığına göre... ölümle kavgalı olamayız. Hayat nasıl bir kolumuza girmişse ölüm de öteki kolumuzda... Terazi böyle tartıyor ancak.