Yaşamak güzel, be! Ân diyarı (5)

Erciyes'i seyrederek uyudum uyandım. O da beni "sıcacık" bağrına bastı. Hiç bıkmadık birbirimizden.

Şeddadî binaların Erciyes'le aramıza gireceği aklıma hayalime gelir miydi! O arsız binalara kadar şehrin hemen her yerinden bizi selamlardı o koca alçakgönüllü dağ.

Erciyes ve ben...

Belki de başka kimseler yoktu. Yoktu çünkü o başkaları olsaydı o beton perdeleri, dağ ile aramıza örmezlerdi. Ördüler. Dağ orda kaldı ama öteki şehirler gibi bu şehir de artık yerinde yoktu.

Sokaklar, çeşmeler, o minyatür evler yani saadetler gitti de bu yeni kocaman şehirlere de sığamadık.

Halbuki bu gökyüzüne bitişik dağ bu şehrin başını okşayan bilge kişisi, tesellicisi idi.

Sabahın uğradığı ilk durak bu dağdır. "Akşam" da en son buradan ayrılır. Saatlerinizi bu dağın çatallı zirvesine göre ayarlarsınız.

Yalnız bir şeye de hep hayıflanırım. Çocukluğum, gençliğim bu şehirde geçsin de biri olsun: "Bak bu bembeyaz kalabalık ve bu tenhalık var ya... işte bu bu şehrin alamet-i farikası demesin. Meğer gözlerimde ışıldar dururmuş bu efsane.

Fakat herkeste bir telâşe vardı. Ne dağı gösterirdi bu telâşe ne gökyüzünü...

"Ah, kimselerin vakti yok;

Durup düşünmeye ince şeyleri." diyecekti telâşçı hayat kaçaklarını gören Gülten Akın.

Eğer hayatı örtecekse telâşe... Beni bana unutturacaksa... Sağır, kör edecekse... o telâşe... Erciyes'in Kaymak donduran, Şeytan deresi gibi dehlizlerine atıla.

Unutarak yaşadığımız hayat; hayat olabilir miydi! Hayat dediğimiz unutmaya değil hatırlamaya yakın durmalı... Bakmaya, görmeye, durup düşünmeye, duymaya yakın durmalı değil miydi

Sanatı isminin önüne geçmişler vardır. Böylesi bir şairin cenazesindeydim. Düğünlere öyle çok adımlarım pek gitmese de... ölümler ayrı bir çağırır beni. Kendimi görmeye giderim "buruk" bir heyecanla.

Ölüm kimi çağırmaz ki... Koca bir serencamın musalla taşındaki hülâsasını görürüm.

Ölümden ölesiye korkan, adı "Ölüm Şairi"ne çıkan ve belki de hayatı ve ölümü bir potada eritemediğinden bir ömür saadetin kapısından azıcık da olsa içeri giremeyen Cahit Sıtkı'yı da acı acı hatırlarım. Birkaç dakika da olsa dünya kabir arası o fotoğrafı hatırlatarak "teskin" olmaya çalışır:

"Bir namazlık saltanatın olacak;

Taht misali o musalla taşında."

Otuz Beş Yaş şairiyle oturup hayatı ve ölümü konuşmayı isterdim. Ölümü böylesi içinde yaşayan birisi hayata bağlanamazdı zaten. Bağlanmadı da bu gözü yaşlı şair.

Hangi inançta, görüşte olursa olsun insanlar "ölüm" dendi mi bir yerde toplanır. Hayat, mal mülk, aynı coğrafya bizi ne kadar yakın eder bilmem de... Karacoğlan'ın bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm... dediği bu ayrılmaz üçlü öyle bir toplar ki dağılmışlığımızı! Toplar işte!

O şairin dünya çıkışında da iki mısrasını hatırladım:

"Burda gezdiğine bakma;

Bekir Konya'da, Konya'da..."

Burda gezip tozutsak da... bütün gelecekler yakın olduğu gerçeğince biz aslında öbür taraflıyız. Buralı değil; oralıyız...