Okumak Üniversitesi - Ân diyarı (20)

Selim Ali'nin bakmaktan bıkmadığı şeyler vardı. Bu liste uzundu ama bazıları daha bir öndeydi sanki.

Bunları ara ara Bilgin Abi'yle paylaşırdı. O da dakikalarca dalar giderdi; bir sarı çiçeğe, çömelip karıncaların kimi telâşlı kimi sakin gidiş gelişlerine...

Selim Ali'nin gereksiz bulduklarının başında savaşlar geliyordu. Niye bu itiş kakışlar... Sert bakışlar... Kim kime borçluydu ki...

Anne, Firavunlar, Nemrutlar, Deccallar hep sert mi bakar Kavga eder gibi mi konuşurlar Hep parmak mı sallarlar

Çocukların pürneşesini hiç mi görmezler Kuşların sevinci kulaklarına hiç dolmaz mı Kim bunlar ve bunlar hiç bitmez mi anne

Yunus buranın fotoğrafını önümüze kor ki bu sert suratları iyi tanıyalım diye... "Nice yumuşak söylese;Sözü savaşa benzer." diye anlatır bunları.

Halbuki dünyanın tebessüme ihtiyacı var. Dünya, bu âlem göz alabildiğine, kulak duyabildiğine, gönül dolabildiğine tebessüm zaten.

Yıldızlar gecenin; papatyalar baharın gülen gözleri, susturulamayan sözleri...

Nedendir bilinmez camilerde -belki kiliselerde de- mekteplerde bu tebessüm vadilerine çok da girmezler. Her yerde bir resmiyet var sma işin hakkını vermek, hep yenilenmek adına ciddiyet denilen şey kayıplara karışık.

Her ân hücre hücre değişen bir insanın o görünmeyen hasse denilen duyuları da tazelenmek ister. İşte tam burada "okumak" denilen hazinenin başlangıcı karşımıza çıkar.

Selim Ali öğretmenliğinin ilk yıllarında sınıfa gitince günaydının soğukluğu yerine dostu şair ve yazar Olcay Yazıcı'nı şu beytini söyletirdi hep bir ağızdan:

"Okumak, okumak...

Oku çözülsün yumak!"

Bütün dolaşık işleri çözecek okutmaktan başka ne idi ki!

Gel gör ki kitap hep korkulan. vebalı bir şey oldu. Kitaba uzaklığın ödenemez bu yüklü faturası nesillerden nesillere miras kalıyordu. Bu kolay, kısa, ucuz, külfetsiz yolu terk etmeyi bize iyi öğretmişlerdi.

Çok şey yapıyor olacaktınız ama dişe dokunur, göze görünür hemen hiçbir şey olmayacaktı.