Dedemin atları ve o çocukluk sokağı - Ân diyarı (7)

Ben doğmadan çok önce okuyup yazdığımız harfler sırra kadem basmış.

Başka şeyler de... ama dilin ölümü insanlığın ölümü olduğu için ilk bunu demem gerekiyordu. Dilin paslanmış, çürümüş, ölmüşse... yaşıyorum deme!

Niye bizi dilsiz bırakmakla başladılar işe

Kim bilir!

Bir bildikleri mi vardı ki... işe yaramaz bir eşyayı atar gibi attılar yazımızı ve biz kör kuyuların korkunç boşluğundaki Yusuflar olduk!

Kuyulara atılanlara susamışlar geliyor.

Çöllere düşenler Leylâ'sını da buluyor, Mevlâ'sını da...

Sen yeter ki Ferhat ol; dağlar da delinip elenip yol veriyor sana.

Bir bildikleri yoktu aslında işi gücü bırakıp halkın yazısıyla, giyimi kuşamıyla uğraşanların. Olsa bu kadar cehalet birikmezdi herhalde! Bir işin ucundan tutardık çoktan. Bildikleri yanıldıklarına yetmemiş ki dedem okumamış, okuyamamış. Ömrü fayton sürmekle geçmiş. At sırtında, at arabasında terbiye olmuş.

Para pul Geç, geç! Ne parası ne pulu ne çulu...

Yok! Yok işte ki hayatları orta yerde ebelerimin, dedelerimin.

Benim de...

Fakirdik hem de ne fakir... Yol yok, iz yok. Hâl yok. Söz yok.

Daracık sokaklar, gariban hayatlar... Taştan, tuğladan, briketten evler...

Dedem faytoncu... İki oda bir ev... Banyoyu, öteyi beriyi sormayın.

Su, az ötede mahalle çeşmesinden...

Bir yanda atlar, öte yanda biz...

Onların nefeslerine, kişnemelerine öyle bir aşina oldum ki...

Aynı cümle kapısından girip çıkıyoruz onlarla.

Çekme katla evimiz ikişer kata çıkarılmış. Bizim odamızın altı mutfak...

Bir tarafı ocak... Taş ve bakır kaplarda pişen yemeklere elbette sözüm yok.

Atların ikinci katı kiler... Arpa, saman ve saire de burada.

Çalıyahevenge asılı üzümler... İplere bağlı kavunlar...

O, karışmış; adı konulmamış kokular...

Arada oradan gelen seslerden benim çocuk korkularım.

Yorganıma daha bir sarılışım...

Ah, "analık" dedikleri fakat bize gerçekten "babaannelik" yapan dedemin ikinci hanımı Kadriye Ana...

Üzerimizde öyle çok hakkı var ki... Helal etmiştir mutlaka... Bu satırları yazarkenki tuhaflığımı, hasretimi, acılarımı, isimsiz git gellerimi anlatmama gerek var mı; var da... ağlarım dahasında.

Severdi bizi öz torunları gibi...

Ufacık sofralar... Sobalı evler...

İnternet ne demek!

Televizyon... daha dur!

Radyo... eh işte! Çok az evlerde... Dedemlerde var mıydı; hatırlamıyorum da -yok gibi- arka mahalleye küçücek ikinci kat bi' eve taşınınca olduydu.

O sandık radyo... Sonra ticarete bulaştığım bir dönemde yandıydı. İçinde adamlar var sandığım o radyo...

Mis gibi kokan bakkallar...

Cıvıl cıvıl o mahalle camileri... Sahi ne oldu o masumiyetimiz! Nasıl törpülendik böyle Hocaların kâğıttan değil; içinden konuştuğu masal diyarlar...

Gelin be geri! Her şeye, her fukaralığa rağmen, üstüm başımsızlığa rağmen gelin be!

Ve işte tam burası: Yine de hürriyetli günler...

Şimdi bu baş döndüren binalar... Marketler... Kocaman yollar...

Huzur gitti, huzur...

İstemiyorum işte bu şatafatınızı, israfınızı, içi boş laflarınızı... İçiniz geçmiş; nideyim sizi!

Pılınızı pırtınızı toplayıp gidin; gözümün görmediği yerlere.

Evet, fakir ötesi fakirdik de... meselâ '65-'71 arası; öylece kalsa mıydı!

Korkusuz zamanlardı.

Böyle yüz göz değildik. Bir ciddiyet vardı. İşin hakkını vermek gibi yani... Resmiyet böylesi değildi.

Utanmak arlanmak vardı. Komşuluk vardı. Şehirler köy gibiydi; olsun. Ekmekler kokuluydu. Elmalar kütür kütürdü. Gökyüzü mavi idi. Denizi görmemiştim henüz.

Hormonlu, karman çormanlı zamanlara düştük.

Yollar, köprüler, barajlar çok yapıldı da ...gönül köprüleri berhava olmuş.

Artık "insan" olduğumuzu hatırlama zamanı...

Artık her şey ayan beyan...