Saat gibi işleyen kader

İki yaşlı. Banka oturmuş. Göğe bakıyor. Gökyüzü onlar için renkli bir televizyon. En renkli kareler orada: hayaller, ilhamlar, sesler, yaşananlar

Durup düşünülen bir yerdir banklar. Her şey bu banklarda otururken ağarır: şakaklar, hatıralar, hayaller, kentler, muhabbetler

Sonbahar güneşi. Sanki buzdolabından çıkmış. Onları ısıtmıyor. Güz mevsimi hazan mevsimi. Hüznün tüm renkleri sonbaharda gelir yerini alır.
Her sonbahar, Van Gogh'u diriltip ona yeni tablolar yaptırır. Başaklar, ağaçlar, yapraklar, insanlar, hayatlar, kederler, binalar, sokaklar, caddeler, lambalar, parklar hepsi son fırçalarını Van Gogh'tan alıyor.

İki ihtiyarın şakaklarına kar yağalı, çizgili yüzleriyle dost olmaları epey olmuş. Çırpınan kalpleri onlara ömrünün son demlerini anımsatıyor. Faniliğin mevsimi. Faniliği anımsatıyor onlara. His ve kalp alemleri yatışmış. Fırtınalar dinmiş, dalgalar durulmuş, kımıl kımıl maviliğin içinde yüzen nice hatıralar. Esrarlı perde açıldı, açılacak. Ruhun bedenden kurtulup şebi aruzunu yaşaması an meselesi.

Üstleri başları hallice. Kazak gömlek iskarpin tam teşkil. Yaşlarına has bir temkin tecrübe tedbiri. Serinlik kıyafetleri aşıp tenlerine ulaşamıyor.

Belediye işçileri bugün parkı temizlememiş. Parkın dört bir yanı sonbahar. Rüzgarın da hali vakti bugün yerinde değil. Yapraklar, çimenlerin ortasında yaz palamudu sefasındalar. Belediye işçileri gelmedikleri sürece sefaları saltanat havasında bir sonraki güne sarkar.

Sonbaharı yarıladık, diyor yaşlılardan biri. Yarıyı geçmedik mi, diye ekliyor öteki. Eski hesapla yarıya anca vardık diyor, ilk konuşan.
Konuşmak için konuşuyorlar. Birbirlerine varlıklarını, hayatta olduklarını hissettirmek için. Onların görüp tanıdıkları birçok insan, eşya, bitki, böcek şimdi yok. İki ihtiyar yaşadıkları sürece onları kendi hatıralarında yaşatıyorlar. Hayatta olmayan anne babalarını hatıralarını da. Ölüm, dünya değiştirmektir. Dilin dünyası canlı. Birgün ya onlar o dünyaya gidecek veya yaşattıklarını
dünyalarına getirecekler. Aynı dünyalarda birlikte yaşama arzusu ağır basıyor insanda.

İki kumru oturdukları bankın etrafını dolaşıyor. Kah yere düşen kırıntıları gagalıyor kah cilveleşiyorlar. Neşeleri yerinde.

Memlekete gittin mi diyor yaşlının biri

Öteki memleketten geçen hafta döndüm, diyor. Uzun süre susuyor. Aklı hala memleket. Şehre küskün. Şehir onu memleketinden ayırmış. Üstünde katık, toprak, dağ, ova kokusu var. Parkla yetinmekten şikayetçi. Köyden ayrılmanın duygusal kırgınlığı. Konuşmaktan yana tutuk. Şikayetini dile getirmekten de çekiniyor. Köyün; kışı, karı, boranı bitmez. Kalması, ısınması, bakılması zor. Bunun bilinmesini istemiyor. Köyün hep ballı kaymaklı kısmını dillendiriyor.

İhtiyarlık, kabuğunun içinde yaşamaktır. Kendi kabuğunun içinde hatıralarını yaşamak, yaşatmak. Konuşacak olsa hatıralar, köyden getirdiği dağ havası kaybolacak. Biriktirdiği ovaların vadilerin esintisi içinden çıkıp gidecek. Üstüne başına bulaşan, kendini bulduğu toprak ondan uzaklaşacak. Yaz boyu çalışıp çapalayıp alınterine dönüştürdüğü koku ondan arınacak. Gezip gördüğü tabiatın fıtratına sadık kalmak. Konuşmayı üç beş kelimeyle sınırlandırıp kalkmak istiyor. Ama kalkamıyor. Kendisi de konuşmak istiyor. İhtiyarlık kabuğundan başını çıkarıp üç beş laf etmek. Bunu da çok istiyor.