İnsan niye yazar
Onca roman, onca şiir, onca öykü, onca yazı Hepsi, insan denen varlığı, hayat denen esrarengiz süreci, toplumsal oluşumu, içimizdeki arzuları, yaşamakla ölüm, akılla kalp, ruhla beden arasındaki çatışmayı kavrama çabasından başka ne ki..
Var olduğundan beri insan, kâinata şaşkınlıkla, bazen aşkla, bazen nefretle, bazen fani oluşun öfkesi ya da acziyle bakıp hikâyesini yazıyor. Bir ney gibi. Evrene salıverilmiş milyarlarca ses, harfler, kelimeler, kağıtlar, kitaplar Şu romanlardaki, şu hikâyelerdeki kahramanlar, ne anlatır ki bize.. Öfkelerimizi, heva ve heveslerimizi, merhametimizi, aşkları, ayrılıkları, çılgınlıkları, hafakanları. Dünya bir değirmen taşı gibi dönüyor ve varoluştan beri sözü öğütüyor, un ufak olup havaya karışıyor kelâm. Dinmeyen bir inilti, bir kahkaha zinciri, yıkılışlar, zaferler, yenilgiler
İlhan Berk, bir söyleşisinde "Ben dünyaya yazılacak bir yer diye bakıyorum" der. Yok ben böyle düşünmüyorum. Dünya bazı hassas ruhlara kendini dayatır, ruhunu cezbeder âdeta, derinliğine çekip 'beni idrak et' der. Artık o 'girdap'tan kurtulamazsınız. O, hayat denen, insan denen sırrın peşine takılıp gidersiniz. Yazmak işte o sırrın peşine takılıp gitmektir. Çölde bir serap! Bir yol bu, o süreçte heva ve hevesi de faniliği de neşveyi de acziyeti de kavrarsınız. Sözün -yazmanın- sonu yoktur ama!
Sonu olmasa da varlığın, hakikatin sırrını kavrama derdiyle yanan, o yangınla yazan kaleme selâm olsun.
Mevlâna'nın "Mesnevi"sini okurken bu manada yazmaya dair bazı beyitlere rastlamıştım. Şöyle der Mevlâna; "Şu sözü post, yâni kabuk gibi; mânâyı da lüb yâni iç gibi bil. Keza sözü nakış mânâyı da can kıyas et." Post nedir ki Kelâmın kabuğu, örtüsü, lafzı. Bu tür sözler, "su üstünde bulunup da sabit olmayan nakışlara benzer." Suda oynaşan süsler. Kelâmda postun kabın iki türlü işlevi olabilir. Kimileri bununla "kötü ve çürümüş olanın ayıbını örter" Postla göz boyar yani. Kimileri de sağlam ve güzel olan iç'i, mânâyı, ehil olmayanlara âyân olmasın diye örter. Postun buradaki işlevi mücevheri gizlemek ve ehline arz etmektir. Mevlâna diyor ki -bunu yazarlara bir öğüt gibi anlıyorum- "Su üstüne yapılan nakışta vefa arama!" Yazıda sadece 'postun kabın güzel olması' su üstündeki nakışa benzer, sonunda kaybolup gider. Bir de 'rüzgâr' ile yazanlar var. Rûmi'ye göre "Rüzgâr, insanın vücudundaki hevâ ve arzudur." Hevâ ve arzu (rüzgâr) için de yazılmaz.
Netice-i kelâm; "Kalem rüzgârdan, defter sudan olunca her ne yazsan çabucak mahvolur"
O 'sır'rın peşinde yürüyen yazar, zaman içinde 'rüzgâr'a aldanan kalemin de, 'sudan defter'in de fâni olduğunu anlar. Bulmuş mudur Bilmiyorum ama o yoldaki süreç, ona bir hakikati öğretmiş; kelâm kemale refik olmuştur.
Bu manada yazmanın 'ben'i inşa ettiği kanaatindeyim. Bir yola çıkmaya benziyor yazmak, yazanı -muhtemelen okuyanı da- inşa ya da ihya eden bir yol!.. Tıpkı Kavafis'in "İthaki" şiirindeki yolcu gibi. Elbet yazmanın bir amacı, 'İthaki'si var. Bu yolda yazarın karşısına Mevlâna'nın dediği gibi rüzgâr da çıkar, su da. Kavafis'te bu Leistrigonlar, Kiklopslar, Poseidon oluyor. Ama korkmamak gerek. Yeter ki yüce düşünceler, ince duygular, adalet, merhamet ve hakikat aşkı olsun.