Baba, nizamdır bence, önce ailede, sonra toplumda. Otoritesiyle sağlar bunu, eşe ve çocuğa verdiği güvenle. Doğduğunda bebek, annesiyledir. İmgesel dönemdir bu, daha duygusal, daha hassas, henüz dış dünyanın ayırdına varılmayan, benliğin oluşmadığı, anneye tâbi olunduğu dönem. Eğer baba, simgesel diliyle -ki kültürü simgesel dille o kurar- ailede ağırlığını koyamaz, otoriteyi, asayişi, güveni sağlayamazsa, çocuk imgesel dönemde kalacak, anneye tâbi olacak, benliği gerektiği biçimde oluşmayacak, kültüre ve sosyal hayata gerektiği biçimde entegre olamayacaktır. Babanın eksikliği, bundan sonra çocuğun hayatında çeşitli korkular veya toplumsal münasebetlerde -özellikle karşı cinsle münasebetlerde- kopukluklar şeklinde tezahür edecektir. Özellikle erkek çocuklarda babayla istenen bağın kurulamayışı önemli bir sorundur.
Bu, başta psikoloji ve psikiyatrinin konusu! Freud ve Lacan'ın üzerinde ağırlıkla durduğu bir sorun. Ama edebi eserlerde de sıkça ele alınmıştır. Sophokles'in "Kral Oedipus"undan Dostoyevski'ye, Kafka'ya, bizde Namık Kemal'in "İntibah"ından, Kemal Tahir'in "Bir Mülkiyet Kalesi", Peyami Safa'nın "Matmazel Noraliya'nın Koltuğu", Kemal Bilbaşar'ın "Denizin Çağırışı", Yusuf Atılgan'ın "Aylak Adam", Orhan Pamuk'un "Kırmızı Saçlı Kadın", Şule Gürbüz'ün "Coşkuyla Ölmek" ve Ayfer Tunç'un "Osman"ına kadar gelen bir dram!.. Babanın eksikliği veya babayla sağlıklı bir ilişkinin kurulamamasının oğullarda yarattığı ruhsal travma, daha adını sayamadığımız pek çok edebi eserin ezeli konusudur
Baba yasayı önemsiyorum ben. Anne daha çok merhametin ve hissiyatın temsilcisi, baba ise o merhamet ve hissiyata aklı, yasayı, gücü, güveni, nizamı ekliyor. Ya ekleyemezse!.. Bir boşluk
Son aylarda "Denizin Çağırışı", "Matmazel Noraliya'nın Koltuğu", "Aylak Adam" hakkında çalışmalar yaparken, üç romanda da 'baba'nın, kahramanların hayatında önemli bir sorun olduğu dikkatimi çekti. Kemal Bilbaşar'ın "Denizin Çağırışı"nda bir öğretmen olan kahraman, hep karanlıktan korkuyor, kendini karanlık ve dar, sınırlı bir dünyada adeta hapsolunmuş hissediyordu. Öğretmenlik yaptığı kasaba -Anadolu, taşra- yaşayan insanlarıyla, semasıyla kapalı, karanlık, insanı nefessiz bırakan bir dünyanın simgesiydi. Romanın başkahramanı ruhen, toplumsal olarak bu karanlık iklimde kıvranıp duruyor, kendini kuşatan o hücreden aydınlığa, sonsuzluğa, hür ufuklara çıkmak istiyordu. Ama neydi ondaki bu karanlık korkusunun, kuşatılmışlık duygusunun, bunaltının sebebi.. İçinde kaldığı karanlığın örtüsünü kaldırdığımızda babayı buluyoruz. Eserde verilen bilgiye göre bu korku, babadan oğula geçmişti. Baba da oğul gibiydi; karanlıktan korkuyor, daima bir lambanın ışığı altında uyumak istiyor, kendini bu dünyada bir mahpus görüyor, aydınlık ve huzur arıyordu. Bir süre sonra buhran o derece artmıştı ki, kendini kuşatan karanlıktan denize doğru koşmuş, o sonsuz aydınlıkta intiharı seçmişti. "Denizin Çağırışı"nın sonunda oğul da babasının kaderini yaşar, o da boğulduğu karanlıktan kurtulmak için denize koşup intihar eder Eksiklik, bunalım, sıkıntı, uyumsuzluk, ne derseniz deyin babadan oğula geçmiştir.