Pakistan-Afganistan krizi kime yarayacak
Ahmet Varol
İslam dünyasının en çok işbirliğine ve dayanışmaya ihtiyaç duyduğu dönemlerde, emperyalist güçler tarafından oluşturulan veya tohumları ekilen ama siyasi sebeplerle rafa konulmuş ya da derin dondurucuya yerleştirilmiş birtakım yapay sorunların, sınır problemlerinin vs. ısıtılıp kriz sebebi yapılması düşündürücüdür. Bu tür sorunların ısıtılması söz konusu krizlerin tarafı ülkelerin mi işine yarıyor yoksa İslam âleminin yeniden güç birliği, ittifak oluşturmasından sürekli endişe eden dolayısıyla söz konusu problemlerin zamanı geldiğinde yine kullanılabilmesi için temelli çözüme kavuşturulmasını engelleyen emperyalist güçlerin mi
Son günlerde ciddi sıkıntılara ve zaman zaman çatışmalara neden olan, yapılan tüm girişimlere rağmen bir türlü kapatılmayan Pakistan-Afganistan gerginliğinin temelinde de bu türden bir sorun var.
İslam coğrafyası, inanç ve değerler etrafında şekillenen güç birliğini İslami kimliğiyle birlikte kaybetti. Emperyalist güçler, doğrudan işgal döneminden dolaylı sömürgecilik dönemine geçerken bu birliğin kendi hesaplarını bozacağını gördüler. Bu nedenle işe, bölge halklarını ümmet bilincinden uzaklaştırıp etnik ve bölgesel parçalara ayırmakla başladılar. Sınırlar yalnızca haritalara değil, zihinlere de çizildi. İnsanlar kendilerini dinî değerlerine göre değil, dayatılmış yerel kimliklerle tanımlar hale getirildi. Böylece ilgi alanları daraltıldı, dayanışma bağları koparıldı ve yeniden inşa edilen kimlikler üzerinden yeni ideolojik ayrışmalar üretildi.
Bu projenin bir sonraki adımı, parçalanan ülkelerin birbirleriyle ittifak kurmalarını engellemek oldu. Etnik toplulukların parçalanarak komşu ülkelerde bırakılması, sınırların kasıtlı biçimde "sorunlu" çizilmesi, komşuların birbirine düşman edilmesi hep bu stratejinin parçasıydı.
Bir halkın kimliğinin bastırılması iç çatışmaları tetikledi. Bu kez de silahlı gruplar devreye sokularak istikrarsızlık sürekli sıcak tutuldu. Emperyalist güçler bu karmaşayı yönetmek için bir yandan silah dağıttı, diğer yandan bu silahlanmayı gerekçe göstererek ülkeleri ekonomik bağımlılık sarmalına hapsetti.
Silahlanma zorunluluğu, zayıf ülkeleri sömürgeci devletlerin kapısına mahkûm etti. Silah fabrikaları onların elindeydi; zayıf devletlere ise yalnızca pahalı savaş malzemelerini satın almak düşüyordu. Bir savaş uçağının en az kırk bin ton pirince denk gelmesi, bu sömürünün boyutunu ortaya koyan çarpıcı örneklerden yalnızca biridir.
Satılan silahlar hiçbir zaman sömürgeci güçlerle rekabet edebilecek seviyede olmadı. Bunlar sadece yerel ve bölgesel çatışmaları diri tutmanın araçları olarak değerlendirildi.

5