Bir milletin eğitim sisteminin en başta gelen vazîfesi yeni nesilleri kendi millî-mânevî değerlerine bağlayarak hayâta salmaktır. Herkes profesör olacak değildir. Hayâtın her alanında eleman lâzımdır ve bunların hepsi kendi yerinde biriciktir. Bir felsefe hocasının, bir tıp profesörünün sıva yapılacak bir duvar karşısında hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktur. Elbette onların alanında da sıvacının durumu budur. Hepimiz hepimize lâzımız. Hepimiz bir boşluğu doldurmalıyız. Meslek olarak böyle iken ayrı ayrı uzuvlar olarak hepimizi bir gövdede birleştirerek bizi millet hâline getirecek olan şey millî-mânevî değerlerimiz ve istikâmetimizdir. İşte eğitim sisteminin ana ve temel vazîfesi de bu millet olma mecbûriyetini îfâ etmesidir.
Gel gör ki iki yüz yıldır, bilhassa son yüz yıldır biz, biz değiliz. Gittikçe kendimizden uzaklaşıyoruz. Yeni nesiller elimizden kayıp gidiyor. İnkılâplar yeni nesillerimizde istikâmet bırakmadı. Zâten bir istikâmet çarpılması içinde debelenirken üzerine bir de dijital çağın çarpılmayı katlayan imkânları geldi. Şimdi nesillerimiz ellerinde telefonları, gülüşmeler eğlenmeler içinde, kendini mutlu zannettiği bir zevk-safâ girdabında bir boşluğa doğru son sürat savruluyor. Millî-mânevî değerlerin kaygısını çekenlerin işi zor, çok zor. Allah yardımcımız olsun.
Nurettin Topçu merhum yıllar önce yeni nesillerin inkılâpların kucağında ne hâle geldiğini göstermişti aslında. Suçu da onlara değil, büyüklere yükleyerek. Onun kısacık ama sarsıcı müthiş yazısını paylaşmak isterim.
ÇOCUKLAR
Biz günahkârız; meyvası nûr olacak ruh tarlasını harâbe yaptık. Biz çocuklarımıza zulmettik; ezel bezminde yaşanan hayatın rüyâsını yeryüzüne indiren yavrularımızın getirdiği ilâhî emânete değer vermedik. Onu kendi rüyâsının âleminde elinden tutup adım adım yürüterek hakîkatin mihrâbına ulaştıracaktık. Çocuk dediğimiz melek varlıkta samîmiyet, sevgi, ümit Bunların hepsi vardı. Biz onun rûhundaki bu ilâhî tohumları, cennet kapılarını aydınlatacak olan nurları inkişâf ettirecekken, onu kendi dünyasından çekip ayırdık. Kendi zevk, menfaat, riyâ ve zulüm zindanımıza soktuk. Ondaki ruh cevherinin, daldığı rüyâ içindeki Allah'a götürücü olgunlaşmayı yalanladık. Yerine kaba maddenin (nefsin, tenin) dürtmeleriyle kımıldanan kirli iskeletin bütün isteklerini doldurduk.
Biz suçluyuz; îman aşkıyla dolup taşan mâsum kalpleri zehirledik. Aşk ihtiyâcıyla yanan gönülleri kararttık. Peygamber'in gösterdiği yolun remz olduğu itaati isyâna tebdîl ettik. Çocuklarımızın gözlerinde parlayan teslîmiyet sevgisini öldürdük; yerine hoyrat saldırışları koyduk. Bir "büyük gün" gelince bize mutlaka sorulacak: Gözlerinde îman, gözyaşında Allah görünen yavruya nasıl kıydık Bizden, kalbine yapılacak kuvvet aşısı, hakîkat rüyâsına tutulacak ışık isteyen, temiz rûhundaki himâye ihtiyâcıyla bize sığınan Allah kuzusunu nasıl boğazladık Onlar bizimdir de onun için değil mi Acaba bizim olacaklar mı Acaba binbir zehirle zehirlediğimiz, yalanı, fitneyi, hırsı ve kîni öğrettiğimiz, elimizin ve dilimizin her kımıldanışıyla ruhlarına zulmü aşıladığımız çocuklarımız gerçekten bizim olacaklar mı Onlar, cennet yolunu arayan o mâsum yürüyüşleriyle dünyamızda dolaşırlarken, biz, onları arkadan vuran kahpe eller gibi takip ettikten sonra, onlar, yarının îmanlı ve temiz neslini meydana getirecekler midir Mezarımızda dolaşacak ayaklar, acaba Allah'ın emâneti olan o melek adımlar mı olacak Yoksa, yoksa...