Sofradaki çifte kriz: Gıda güvencesi ve gıda güvenliği tehdidi

Türkiye, tarımsal özgücü (potansiyeli) yüksek bir ülke olmasına karşın, gıda-toplum beslenmesi alanında giderek derinleşen, yaygınlaşan ve sürdürülemez kerteye ulaşan çift yönlü bunalımla karşı karşıya. Bu kriz, salt ekonomik olmanın çok ötesinde, doğrudan güncel halk sağlığını ve gelecek kuşakların yaşam hakkını tehdit eden acil bir devlet sorunudur. İki temel kavramı tanımlayalım:

Gıda güvenliği; gıdaların, tarladan sofraya gelene dek, tüketildiğinde sağlığa zarar vermeyecek biçimde hijyenik ve tehlikesiz, fiziksel, kimyasal (pestisit, antibiyotik kalıntıları vb.), mikrobiyolojik kirlenmeden arınmış) olmasıdır.

Gıda güvencesi; tüm insanların, her zaman, etkin (aktif) ve sağlıklı bir yaşam için yeterli, güvenli ve besleyici gıdaya fiziksel ve ekonomik olarak erişebilmesi durumudur. Gıdanın varlığı, bulunabilirliği ve satın alınabilirliği, yani gıdaya erişim ve yeterli-dengeli beslenme açlık, yoksulluk sorunsalı ile iç içedir ve uluslararası boyutludur.

Türkiye, her iki alanda da epey zamandır alarm vermektedir. Siyasal iktidar sorunu, tam kavramak zorundadır.

ERİŞEMEME KRİZİ: HALK SAĞLIĞI SORUNU OLARAK GIDA GÜVENCESİZLİĞİ

Gıda güvencesinin ekonomik erişim boyutu, ülkemizin en yakıcı sorunudur. Yüksek gıda enflasyonu ve alım gücündeki yakıcı erime, hanelerin yeterli-dengeli beslenmesini olanaksız kılmakta. Bu durum, yetersiz beslenme sorunundan gizli açlık hatta "açık açlık" aşamasına evrilmiştir. TÜRK-İŞ'in Eylül 2025 verisiyle 4 kişilik ailenin yeterli-dengeli beslenmesi için aylık gıda harcaması, açlık sınırı 27 bin 970 TL olup asgari ücreti aşkındır ve on milyonlarca insan bu durumdadır. TÜİK Eylül 2025 verisiyle yıllık gıda enflasyonu yüzde 36 ile dünyada ilk birkaç ülke içindedir.

Halk sağlığı açısından bakıldığında, gıdaya erişememenin bedeli çok ağırdır. Yeterli protein, vitamin ve mineral alamayan çocuklarda bodurluk ve bilişsel gelişim sorunları riski büyümektedir. Yetişkinlerde ise pahalı olan taze sebze, meyve ve protein kaynakları yerine ucuz, yüksek enerjili, ancak besin değeri düşük, işlenmiş gıdalara yönelim; obezite, diyabet ve kalp-damar hastalıkları salgınını tetikliyor. Bir yandan gıdaya erişemezken, öte yandan sağlıksız besinlere mahkûm olmanın yarattığı ciddi ve çok yönlü bir hastalık yükü ile karşı karşıyayız.

SOFRADAKİ RİSK: GIDA GÜVENLİĞİ VE DENETİMSİZLİK

Erişebildiğimiz besinlerin ne denli "güvenli" olduğu madalyonun öteki yüzüdür. Türkiye, gıda güvenliği alanında ciddi bir denetim ve yaptırım sorunu yaşamaktadır. İlk tehdit, tarımda kullanılan pestisitler (tarım zehirleri) ve hayvancılıkta kullanılan antibiyotiklerdir. Bilinçsiz ve aşırı antibiyotik kullanımı, yalnızca besinsel kalıntı bırakmakla kalmaz, aynı zamanda küresel bir halk sağlığı tehdidi olan "antimikrobiyal direnç" (AMR) sorununu da besler. Dünya Sağlık Örgütü'nün (DSÖ) "sessiz pandemi" olarak adlandırdığı AMR nedeniyle, yalın (basit) bulaşlar (enfeksiyonlar=bile antibiyotiklerle iyiletilemez (tedavi edilemez) duruma gelmektedir, gelmiştir.

İkinci tehdit ise denetim eksikliğidir. Gıdalardaki tağşiş (karıştırma, hile), mikrobiyolojik kirlenmeler ve mevzuata aykırı kalıntılar, kamusal denetimin ciddi yetersizliğini göstermektedir. AB'nin Gıda ve Yem için Hızlı Alarm Sistemi RASFF'nin Türkiye kaynaklı ürünlerin reddinde ciddi artış, uluslararası saygınlığımızı zedeliyor. Dışsatım gıda ürünlerimiz, ilgili ülkelerin gıda gümrüğünden sıklıkla geri dönüyor. RASFF 2024 verisine göre, ülkemiz kaynaklı ürünler için 492 olumsuz bildirim yapılmıştır.