Geçtiğimiz günlerde "Toplu Mezarlar" konulu bir sunuma katıldık.
Avrupa Birliği tarafından finanse edilen, katliâmlar sonucunda oluşan toplu mezarların tespit edilmesini ve bunun sistematik bir biçimde yapılmasını amaçlayan, yıllara yayılmış bir proje tanıtılıyordu. Konu son derece çarpıcıydı; sunumda da hem teknik, hem tarihî açıdan dikkate değer bilgiler paylaşıldı. Bosna, Kosova, Ruanda ve Suriye gibi katliâmların yaşandığı bölgeler örnek olarak sunuldu.
Ne var ki, programın tanıtım metninde örneklerden biri olarak yer alan Gazze, yaklaşık bir buçuk saat süren sunum boyunca bir kez dahi anılmadı. Oysa son iki yıldır, başta Birleşmiş Milletler olmak üzere tüm insan hakları örgütleri, bölgede her gün binlerce sivilin, bebeklerin, kadınların, çocukların, katledildiğini rapor ediyor. Buna rağmen konunun tek bir cümleyle bile zikredilmemesi, bir "tesadüf"ten ziyade, bilinçli bir tercih izlenimi verdi. Almanya'da bu konuda akademik hürriyetin fiilen ortadan kalktığı; son aylarda Filistin yanlısı etkinliklere yönelik polis müdahalelerinin ardından BM organlarının Almanya'yı resmen uyardığı düşünülürse, bu sessizlik yersiz bir korkudan değil, sistematik bir otosansürden kaynaklanıyor gibi görünüyor.
Bu elbette ilk kez karşılaştığımız bir durum değil. Avrupa ve ABD'deki pek çok akademik kurumda, insan hakları ihlâlleri, savaş mağduru çocuklar ya da savaş hukuku gibi başlıklarda düzenlenen konferanslarda da benzer bir tabloyla karşılaşıyoruz: Sanki iki yıldır bütün dünyanın gözleri önünde, canlı yayınlarla izlenen ve artık hukuken "soykırım eşiğini" çoktan aşmış bir yıkım yaşanmıyormuş gibi davranılıyor — sanki bu çağın en büyük sivil katliamlarından biri yaşanmıyormuş gibi. Bazı akademisyenler bu abes durumu dile getirdiklerinde ise "politik" olmakla suçlanıyor ya da etnik ve dinî arka planları sebebiyle itibarsızlaştırılmaya çalışılıyor.
Oysa burada "politik" suçlaması, Batı akademisinin kendini "tarafsız akıl" olarak konumlandırma stratejisinin bir yansımasıdır. Edward Said'in ifadesiyle, bu tutum "rasyonaliteyi tekeline alan" ve "Batılı olan nesneldir, Doğulu olan ise daima özneldir" diyen oryantalist bir epistemolojinin ürünüdür.
Farklı düşünen akademisyen böylece 'taraflı,' 'irrasyonel' veya 'radikal' olarak etiketlenir. Bu da entelektüel iktidarın en rafine sansür biçimlerinden biridir. Ancak artık bu ithamların hedefi yalnızca Doğulular değil, vicdanını koruyan herkes hedef haline gelmiştir. Bu da aslında paradigmanın dönüşümünü, yani baskının coğrafî değil zihinsel bir sınır üzerinden yeniden kurulduğunu gösteriyor. Akademik hürriyetin bu denli katı biçimde kısıtlanmasının sebeplerinden biri de budur: "Önemli" kabul edilen, sistem içinden gelen sesler bile artık bu sessizliğin ahlâkî ağırlığını dile getirmektedir.

12