AB'nin akıbeti ve Türkiye'nin istikâmeti

AB–Türkiye ilişkilerini günübirlik tartışmaların ötesine taşıyarak, müterâkim bir bakışla incelemeliyiz.

Bizim Avrupa Birliği'ne ideolojik bir bağlılığımız olamaz. Bediüzzaman'ın kavramsallaştırdığı "Birinci Avrupa" bir kurum veya siyasî blok değil, bir ilkenin, bir mefkûrenin yansımasıdır. "Birinci Avrupa"nın varlığı, aynı şekilde "Birinci Asya", "Birinci Amerika" veya "Birinci Türkiye"nin de imkânına işaret eden metodolojik bir yaklaşımdır. Avrupa Birliği de bu bakımdan, hem "Birinci Avrupa"yı, yani hak ve adalet gibi değerleri barındıran yönüyle; hem de "İkinci Avrupa"yı, yani menfaat, çıkar ve güç merkezli yüzüyle birlikte okunmalıdır. Dolayısıyla AB'ye dair yaklaşımımız, geçmişte takılıp kalmış bir nostaljiden ibaret olamayacağı gibi, geleceğe dönük romantik temennilerin de etkisi altında şekillenemez.

Bu sürecin yıllardır manşet olan sorusu şudur:

"Türkiye AB'ye alınır mı"

Hayır.

Türkiye, AB'ye kolaylıkla alınabilecek kadar küçük çapta bir ülke değildir.

"Peki, Türkiye AB'ye girebilir mi"

Evet.

Türkiye, AB'ye "girebilecek", buna gücü yetebilecek nadir ülkelerden biridir.

İki cevap arasında var gibi görünen zıtlığı açıklayalım:

Macaristan, Romanya, Yunanistan ve Bulgaristan gibi AB üyeleri, aslında üyelik kriterlerini karşılamıyorlardı. Ekonomik, siyasî ve hukukî olarak AB standartlarının altındaydılar. Alınmalarının sebepleri benzerdi:

Küçük (Hıristiyan) nüfuslar, zayıf ordular ve AB'nin güç dengelerini sarsmayacak konumlar.

Türkiye hiçbir zaman bu kategoriye uymadı. Bilhassa 2005–2012 arasında kriterler açısından bu ülkelerden ileride olsa da, girer girmez, en kalabalık nüfus, en büyük ordu, Avrupa Parlamentosunda en fazla sandalyeye, Birlik içinde en genç nüfusa sahip üye olacak ve dengeleri değiştirecekti.

Üstelik Avrupalı liderler defalarca, nüfusu ve kimliğiyle Türkiye gibi büyük bir Müslüman ülkeyi AB içinde lokomotif bir aktör görmek istemediklerini açıkça ortaya koymuşlardı.

Bugüne kadar AB perspektifi, Türkiye'ye demokratikleşme sürecinde belirli bir normatif rehberlik sağlamış, kurumlarını geliştirmesine katkıda bulunmuşsa da bugün AB eski gücünden uzak, iç bütünlüğü hatta demokrasisi zayıflayan bir blok görünümünde. Silâhlanma seferberliğine giren Avrupa, temel haklar merkezli bir paradigmadan güvenlik eksenine kayıyor. Eşyanın (silâhın) tabiatı, siyaseti ve toplumu da kendi mantığına çekmektir. Bir kere güvenlik odaklı bir düzen kuruldu mu, hak ve hürriyetler ikinci plana düşer. Normal olan budur.