Yoksul ve onurlu babaların dramı
AHMET CAN KARAHASANOĞLU
Öyle anlar vardır ki kimse duymaz, ama derin acıların çığlıkları siren çalar. Bir yoksul babanın hayatıdır sadece o sirenin sesini duyan. Cebinde taşıdığı bozuk paraların miktarı kadardır umudu.
İstanbul'un kenar mahallelerinde sabahın ilk ışıklarıyla evinden çıkar o baba. Çocuklarının uyku kokusu asılı kalır geride.
O koku, belki de iki öğün arasında kalmış hayatın tek lüksüdür.
Bir babanın yetmeyen parası, yaranın ne denli büyük olduğunu anlatır. Gölge gibi peşinden gelir o babanın; yetmemek.
Arjantinli büyülü gerçekçilik akımının önemli yazarı Jorge Luis Borges'in kitaplarında kaybolan adamlar vardır ya, işte bizim ülkemizde de kaybolan babalar vardır. Kalabalığın uğultusunda kaybolmayı öğrenmiş insanlar deriz onlara.
Her gün aynı tonda ve soğuklukla "eleman aramıyoruz" cümlesiyle karşılaşırlar. Ya yaşı geçkin olduğu için, ya da ezik göründüğü için bilemeyiz.
Sonra başka bir dükkânın kapısı çalınır, ama hep aynı umutsuz cevapla karşılaşılır.
Devam eder aramaya, çünkü eve döndüğünde bir şey söylemesi gerekir. En azından denemiş olmak ister.
Öğle vakti bir çay ocağına girer, uzun uzun bakar; öyle bir noktaya kitlenir bakışları. Hayatını düşünür, çocuklarının geleceğini, kendi çaresizliğini deşeler durur zihni. Nihayetinde insan düşünmeden duramaz. Bir gelecek vaad etmeyen hüzünlü bekleyişler biriktirir sadece. Varoluşun tüm olanaksızlıklarını damarlarında hisseder. Çok soru vardır, ama cevaplar tükenmiştir.
Evet, bir labirentin içinde kaybolmuştur ve çıkışı bulmak için bitimsiz döngünün kurbanı oluvermiştir. Böyle zamanlarda her arayış aslında başka bir kaçışa bürünür. Kendinden, toplumdan, acılardan, yoksulluğun kanatıcı yorgunluğundan, her şeyden kaçıştır bu.
Akşam olur. Gün boyunca birçok kapı çalmıştır, ama sonuç yoktur. Bakkala veresiye yazdıracak yüzü de kalmamıştır, ama yapacak başka bir şey de yoktur. Aynı utançla girer içeri, sesi titreyerek, "bir ekmek" diyebilir belki.

17