Yabancı acılar, tanıdık yorgunluklar
Ahmet Can Karahasanoğlu
Baklalı'da, duvarları rutubetten yer yer dökülmüş, kesif bir idrar kokusunun hâkim olduğu kahvede, yirmili yaşlarında bir genç bulduğu sokak köpeğinin hikâyesini anlatıyor. Hayvancağızı açlıktan ölmek üzereyken bulmuş. Anlatırken gözleri yaşarıyor. Önüne konulan çay soğumuş ama aldırmıyor.
Onu dinlerken kendime şu soruyu soruyorum: Bir başkasının acısını insan ne kadar yüklenebilir Ve o yükü taşırken nerede durmak gerekiyor
Empati kavramının ince bir çizgisi var. Yetersiz olduğunda taş kalpli yapar; fazla olduğunda ise kendini bir anda başka birinin enkazında bulabilirsin. Bazı insanlar da başkalarının hikâyelerine o kadar dâhil oluyor ki, kendi hikâyeleri onlardan daha trajik hâle geliyor ama fark edemiyorlar.
1999 yılıydı, tarihi hiç unutmuyorum; çünkü kadın numerolojiden, ebced hesaplarından bahsediyor ve 99 yılının on dokuzla ilişkisine değiniyordu. Hiç durmadan konuşuyordu. Resmen çenekolikti. Her konuyu yarım bırakıyor ve diğerine geçiyordu. Metroda kendi kendine konuşan birini kimse çok ciddiye almaz; ama inmem gereken yeri geçmeme rağmen, konuların tuhaf bağlantısızlığı dikkatimi çekiyordu. Yalnızca dinliyordum.
Kocasının terk ediş hikâyesini anlattı, ağlıyordu. Kimsenin umursamadığı bu olay, bilinçaltı koridorlarımı yerle bir etti. O metrodan indikten sonra günlerce kadının anlattığı o iç acıtıcı şeyleri düşündüm.
Ve itiraf etmek gerekir ki, onun acısını sahiplenmek aslında ona acımak ya da merhamet etmek değil; aksine bana tuhaf bir tatmin veriyordu. Üstelik bu tatmin, kendi hayatımda hiçbir şeyi çözmüyordu. İşte o süreçte, fazla empatinin başkasının hayatında kiralık oda gibi yaşamak olduğunu anladım.