Yeni kamplarda Filistin müdafaası

Vatikan Başbakanı'nın Gazze'de yaşananlar için "katliam" demesinden sonra Papaların Papasının duası da basında yer aldı ve kamplardan bakan kafaları daha da karıştırdı.

Anadolu Ajansının taze haberi şöyle:

"Vatikan'da Aziz Petrus Meydanı'na bakan ofisinin penceresinden geleneksel pazar duasını icra eden Papa Franciscus, Sudan ve Mozambik'te barış için dua ederken, 'Afrika kıtasını ve dünyanın pek çok yerini kana bulayan diğer birçok çatışmayı da unutmayalım; Avrupa'da, Filistin'de, Ukrayna'da... Unutmayalım savaş, her zaman yenilgidir.' dedi.

"Papa'nın, daha önce 7 Ekim'den bu yana hemen hemen her önemli etkinlikte ve pazar duasında çatışmaların durması için temennisini dile getirirken, Ukrayna ve Filistin ile ismini geçirdiği İsrail'i bu kez anmaması dikkati çekti."

Zulüm kampının karşısındaki adalet kampının bu çağdaki kurucu babalarından Merhume Şehide Rachel Corrie'nin (Raşel Kori) "zulüm bizdense ben bizden değilim" sözü kamplar konusunda ufuk açıcıdır.

Biz önce artık yıkılmaya yüz tutan o geleneksel kamplardan bahsedelim. (Şimdilerde bu kavram için "kamp" terimi yerine "mahalle" tabiri de kullanılıyor. Ama mefhum aynı.).

Bir zamanlar dünya iki kutupluydu ve iki ana kampa ayrılmıştı: NATO ve Varşova Paktı kampları.

Bunun da tesiriyle birileri iç siyaseti de -bize aslında hiç uymamasına rağmen- iki ana kampa ayırmaya çalışıyordu: Sağcılık ve solculuk.

12 Eylül 1980 öncesinde şimdiki gibi İsrail ABD destekçisiydi. Kurumsal ABD de İsrail'i besliyor ve destekliyordu. İsrail'in yok etmeye çalıştığı Filistin ise Sovyetler Birliğinin desteğini alıyordu.

Türkiye'nin solcuları ABD düşmanı ve SSCB sempatizanı oldukları ya da öyle göründükleri için tabiatıyla Filistin taraftarı idiler.

Türkiye'nin sağcıları da -çok kabullenmeseler de- tabiatıyla ABD ve İsrail taraftarı olmuş oluyorlardı. Gariptir ama gerçek buydu.

Filistin'in ve Kurtuluş Teşkilatı'nın o zamanlar tartışmasız lideri Yaser Arafat solcuydu, SSCB yanlısıydı ve dolayısıyla kendisi istemese de buradakiler için komünistti. Ve dolayısıyla Türkiye'deki sağcı-dindarlar onu "dinsiz imansız" bir adam sanıyordu.

Sonra bir zaman anlaşıldı ki meğer üç-beş vakit namaz kılıyormuş!

Kafalar karışmıştı. Kamplar dağılıyordu.

Hatta o dönemlerde Lübnan'daki iç savaştan haberler veren TRT Radyosu, çatışan taraflardan bahsederken "Sağcı Hıristiyanlar" ve "Solcu Müslümanlar" dedikçe de radyo dinleyebilen Türkiyeli Müslüman sağcıların kafası karışırdı. "Acaba solcu mu olmamız lazım" diyenler olurdu. Hatta "Hıristiyan mı olmamız lazım" diyenler bile olurdu.