KAPLUMBAĞA

KAPLUMBAĞA

Bu bir ağıttı. Hiçbir sanatkârın besteleyemeyeceği bir ağıt. Yeşil yanıyordu, börtü böcek yanıyordu, kurt kuş yanıyordu, insanlar yanıyordu. Etrafta acı bir bestenin, doğanın bestesinin feryada benzeyen nağmeleri vardı.

Kabuğuna gömülmüştü kaplumbağa. Yanık yaprakların üzerinden yürüdü. Başını çıkarıp nefes aldı. Yanık kokusu geçmemişti. Biraz daha yürüdü. Kabuğunun altında bir kaşıntı hissetti. Silkelendi. Yere düşeni fark etmemişti.

Yaprakların üzerine düşen küçük bir karıncaydı. Kızıl alevlerin içinden zorlukla kaplumbağanın üstüne çıkmıştı. İyi bir koruyucuydu kabuk. Hem kaplumbağayı hem karıncayı kurtarmıştı.

Sanki bir yağmurun içine girmişlerdi. Yağmur değil miydi ne, çok sert yağıyordu. Ne olursa olsun, suyun ıslaklığından hoşlanmışlardı. Karınca, sarı kızıl yapraktan kendisine bir sal yapmış, oluşan derecikten akıp gidiyordu. Ön ayağını kaldırıp kaplumbağaya el etti. Kaplumbağa onu görmemişti.

Koca bir ağaç gövdesi neredeyse kaplumbağayı ezecekti. Yanan yapraklar ağacın gövdesini kızıllaştırmıştı. Bazı dallar hâlâ alevler içindeydi.

Alevlerin içinden çıkan saksağanın tüyleri dökülmüştü. Kanadının biri ve kuyruğunun yarısı kopmuştu. Uçmak istedi, uçamadı. Paytak paytak yürüdü. Sert yağmur suyu onu da ferahlatmıştı.

Yağmurun ardında bir uğultu vardı. İnsan sesleriydi bunlar. Oradan oraya koşuşup duruyorlardı.

Hüseyin daha on yaşındaydı. Meraklanmış, babasının itfaiye arabasına atlayıvermişti. Su fışkırtan hortumu çekiştirip duruyordu. Birden kaplumbağayı gördü. Koştu, eliyle kabuğunu okşadı. Yanmıştı eli. Hemen geri çekti.

Kaplumbağa başını çıkardı. Sola döndü ve saksağanı işaret etti. Zavallı saksağan yürümesini bir türlü beceremiyordu. Hüseyin yaklaştı ve saksağanı kucağına aldı.

Hepsi emniyetteydi şimdi. Kaplumbağa, saksağan ve Hüseyin. İtfaiye arabasının arka koltuğuna oturmuşlar, yangının söndürülmesini seyre başlamışlardı.