"Hâyır bu hâl uzun süremez!"

Hangi konuyu düşünsek, hangi yanlışa veya arızaya el atsak, en önemli derdimiz o sanıyoruz. Bunun manası açık: Demek ki birçok meselemizi halledememişiz. Yirmi yıl önceye gidersek manzara epeyce farklıdır. Millî Eğitim gibi bir temel konu ve bazı köklü sıkıntılar dışında pek çok derdimize çare bulmuş veya bulma yolundaydık. En önemlisi konuşabiliyor, tartışabiliyorduk. Belki kendimizden emin olarak yol yürümüyorduk. Bazen bir karara gelmekte zorlandığımız durumlar da oluyordu. Fakat çözemediğimiz problemlerin fazlalığına rağmen mesafe alıyorduk. Belki bugünden en önemli farkı, eleştirenlere bugünkü gibi yaftalar vurulmamasıydı. Eleştiri eleştiriydi. Ne terörist damgası vurulabilirdi ne de başka bir yafta. Aydın da, halk da eleştirirdi. Yol aranır ve sorulurdu. Sendelediğimiz tabii ki olurdu. Bir sendeleyişimizde, din üzerinden yürüyen gruplar, topluluklar öne çıkıverdi. Gelen bu selden beslenen siyaset ve o seli getiren gaflet hayatımızı sardı. Sarmaşığın türü ettiğinden belli. "Görene! Köre ne" demişler. Görsek bu hallere düşer miydik Şimdi düşünemeyecek kadar ağır bir durumu yaşıyoruz. Görüntü hâlâ netleşmiş değil. Hâlâ önümüzü göremiyoruz. Son zamanlarda Yahya Kemal'in, sisler altında kaybolan İstanbul için söylediği şiiri sıkça hatırlıyorum. Türkçe'nin büyük şairi, "Hâyır bu hâl süremez, sen yakındasın; Hâlâ dağılmayan bu sisin arkasındasın." diyordu. O sis dağıldı ve güzelim İstanbul güzel yüzünü sevenlerine gösterdi. 'Hipnoz etkisi' geçiyor mu Cemil Meriç'ten o ifadeyi ödünç alayım: 'İdrâkimize giydirilen' sisler dağılıyor. Artık bu gidişin ne demek olduğu sisler tam dağılmasa da görülüyor. Son yıllarda yapılan ve yapılmayanlar yüzünden, iki yüz yılda aldığımız mesafenin gerisine düştüğümüz pek çok konu var. Devlet düzeni hemen bütünüyle bozuldu. Bürokrasi ve kurumlar tarihimizde görülmemiş şekilde ya dağıtıldı, ya askıya alındı. İki yüz yılda hallettiğimiz meselelerin de bozulduğu bir sürece girdik. Her şeyi yıkan ve kendince yeniden yapmak isteyen, nasıl yapacağını da bilmeyen bir anlayışla yönetildiğimizden beri huzurumuz epeyce kaçtı. Niçin bu duruma düştüğümüzü anlamaya çalışmaz ve bu açıklıkla konuşmazsak çıkış yolu bulamayacağımızı okuyucularımı bıktırma pahasına tekrar ediyorum. Bu yüzden, hangi konuyu düşünsek, hangi meseleye el atsak, en önemli derdimiz o gibi geliyor. Çare yok, bu hipnozdan uyanacağız. Her zaman diri kalacak bir tarih birikiminin şaşmaz inancıyla doluyuz. O tarih bizi bırakmaz. Bizi geleceğe taşıyacak direnci her türlü ağır şartı aşarak aşılamaya devam eder. Elbette bu dehlizden çıkarız. Bu sözlerimden görünmez bir kuvvetin bizi kurtarmak için hazır beklediği anlaşılabilir. Kolaycılığa yol açmak istemem. Evet, Türk'ün böyle bir aşkın(müteâl) kudretin korumasında olduğu kesindir. Yoksa yaşadığımız Ergenekonları nasıl izah ederiz O sırlı kudretin şaha kalktığı dönemlerimiz vardır. Yalnız, artık mucize beklentisinden kurtulmak gereken bir çağda olduğumuz da açık. Mucize olmadan mucizeler yaratmak mecburiyetinde olduğumuzu dünya şartları bize hatırlatıyor. O halde nereden başlayacağımızı düşünelim. Her işin başının sağlık oluşu gibi bir esastan hareket edeceğiz. İşin başı bilmektir. Bileceğiz. Bilen sorgular, uyanık olur ve uyanık kalır. Bilen, endişe(kaygı)lidir. Atalar,