Bir toplumun dilemması - Ân diyarı (42)

Hem okuyup hem çalışıyordum Selim Ali. Sonra işte öyle ne tam okuyabildim ne tam çalıştım.

Şair mi ilim adamı mı ticaret erbabı mı zenatkâr mı siyasetçi mi olacaktım... karıştı gitti.

Hep olan hiç olurmuş ya... oradan oraya rüzgâra kapılmış yaprak misali...

Meğer birçok aile gibi biz de fakirmişiz; çok fakir... Eve ekmek götürebilmekmiş bütün telâşe.

Haa, azın azı azgın bir güruh ("sen çalış; ben yiyeyim"ciler) için dünya cennet gibiydi. Aldırdıkları olmayan bunlar için milyonlar gecesini gündüzüne katıyordu.

Bütün okulları bitirdim de... okulların okul olamayışını telafi edeyim diye evi kitaplarla doldurdum.

Eve, arabaya, mutfağa gidecek paraları da kitaba yatırdım.

Şikayetçi miyim!

Hayır!

Dertlerimi çözecek bir birim, kurum yok ki... Onlar benden dertli. Olmasalar verdikleri öğrenci harçlığını geri ister miydi kocaman devlet!

Selim Ali, dertlerimi açtın yine.

Bir iş değil çok iş yaptım amma hepsi aynı kapıya; parasızlığa, yarınsızlığa çıkıyordu.

Çırpınmalarım mutlaka bir işe yarıyordu; tecrübe sahibi oluyordum; en pahalısından hem de. Bilgin Abi gibi yol göstereceklere -geç de olsa- ulaşmak da nasip işiydi.

"Kadılar, müftüler hepsi geldiler;

Sen bu ilmi nerden aldın, dediler.

Bir kâmil mürşide varmadan olmaz." mısralarını -işçi de olsa- babamdan sık sık duyardım.

Ne anlama geldiğini de bilmezdim elbet.

Zaten onun da bildiği böyle birkaç mısra, bir iki fıkra ve bolca hatıra nakli idi.

İlkokulu bitirdiğinde ben de ortaokula ya da liseye gidiyor olmalıydım.

Yokluğun bütün mirasları ile yakından tanışmış olduğumun farkına ileri yaşlarda varacaktım.

İş işten geçmemiş de olsa birçok şey geçip gitmişti bir kere.

Ben niye anlattım bunları ki... hiiiç!