Bir zamanlar okulda...

İlçe minibüslerinin kalktığı yerde gideceği ilçenin minibüsünü aradı. Birkaç kişiye sormayı düşündü, her defasında soracakken vazgeçti. Sanki yabancı olduğu anlaşılırmış gibi. Yabancı olsa yabancı olmasının anlaşılması ürkütücü bir şey olmazdı. Ama "oralı" olup da oraya yabancı olmak ya da bile isteye yabancı kaldığı hissini uyandırmak daima ürkütücü gelirdi İnci'ye. "İnci, tasada birinci." İlkokul üçüncü sınıfta, öğretmenleri herkesin sıra arkadaşının isminin geçtiği bir cümle kuracağı, ismin sahibinin de o cümlede kendi ismini işaretleyeceği bir oyun oynatmıştı. Herkes cümlesini tahtaya yazacak, ismi yazılmış olan da tahtada cümlenin ögelerini bulacaktı. Bütün oyunlar ilk bizim sıradan başlardı. Cam kenarı ilk sırada oturmanın nimet ve külfet dengesi. Koca sınıfta aynı sırada üç kişinin oturduğu tek sıra da bizimkiydi. Beni sık sık öksürük krizi tuttuğu için öğretmenin hemen gözünün önünde olmam gerekiyordu. Neşe'nin annesi yoktu, babası açık gemi kaptanıydı. Bazı günler öğretmen Neşe'yi öğretmenler odasına bile götürürdü. Neşe konuşmazdı, oyun oynamazdı, sadece ağlardı. Neşe'nin ağlamaması için devamlı meşgul edilmesi gerekiyordu. Temize çekilecek kâğıtları "Neşe'nin yazısı daha okunaklı olduğu için" öğretmen hep ona verirdi. Neşe'nin yazısı herkesin yazısı kadardı oysa. Hatta herkesinkinden biraz daha kötü. Aysel'in bir inat bizim sırada oturması öğretmeni çileden çıkarıyordu ama "torpilli Aysel" ile uğraşmak -ki Aysel Müdür Bey'in koruması altındaydı- öğretmen için bile zordu. Bugünden geriye baktığımda 3A sınıfının bütün öğrencileri sınıf arkadaşımız Aysel yüzünden adı Aysel olan herkes ile daha başında eksi yüz puan ile başlamıştı arkadaşlığa. Kendi aramızda bir deyimimiz bile vardı: "Adı Aysel'di." Adı Aysel'di demek beyhude uğraşma, bırak olduğu gibi kalsın demekti. Aysel ismi ile barışmam Attila İlhan şiirlerinden sonra mıydı yoksa sokağımızda ilk eczaneyi açan eczacı Aysel Abla ile mi, hatırlamıyorum. Aysel itici ama çok cevval bir kızdı. Neşe ile Aysel'in ortasında oturuyordum ve Aysel'in yayılarak oturduğu sırada kolumu koyacak bir yer bulamadığımdan doktor çantası ebatları büyüklüğündeki çantamı dizlerimin üzerine yerleştirip kendime müstakil bir masa yaparak yazmaya uğraşıyordum. Öğretmen neden böyle yaptığımı sorduğunda, böyle daha rahat yazdığımı söyledim. Yalandı. Aysel ile uğraşmaktansa... Aysel ile uğraşılamazdı zaten. Öğretmen ilk örnekleri Aysel'den başlatırdı. "Söyle Aysel!" derdi. Bütün sınıf bu defa söyleyemeyeceğini umarken o hemen söylerdi. Öğretmenin kastettiği cümlenin ne olduğunu biz tam olarak anlayamamışken Aysel öğretmenin "Söyle Aysel!" demesini bile beklemeden "İnci, tasada birinci." dedi. Öğretmenimiz Aysel'in küstah ve kibirli tavırlarından hiç hoşlanmazdı: "Aysel sen tasanın ne olduğunu biliyor musun Anlamını bilmediğiniz kelimeleri cümle içinde kullanmamanız gerektiğini söylemiştim." Anlamını bilmediği kelimeleri kullanan tek kişi vardı, o da Aysel'di ve kural onun için konmuştu zaten. Aysel anlamını bilmediği kelimeleri kullanır "O ne demek" deyince "Bunlar sadece zenginlerin bildiği kelimeler." derdi. Aysel tasanın galiba tas gibi bir şey olduğunu zannediyordu. "Babaannemden biliyorum, onların köyünde çeşmelere zincirle bağlı şeylere tasa deniyor" dedi, kendinden gayet emin bir edada. Bütün sınıf aynı anda güldük. Tası tas olarak hepimiz biliyormuşuz da bir Aysel bilmiyormuş demek. Öğretmen, "Babaannenin köyü senin köyün değil mi" diye azarlayan bir tonda sordu. Aysel'in mahcup olmasını beklemek boşunaydı; bunu hepimizden ziyade öğretmenimiz de biliyordu muhakkak. Aysel'in vereceği cevabı da biliyordu büyük ihtimal. "Benim köyüm yok, ben köylü değilim, ben İSTANBULLUYUM öğretmenim." Aysel'in annesi, babasının çalıştığı fabrikanın sahibinin evine temizliğe gidiyordu. Patronun çocuklarının kullanmadığı kıyafetleri, kırtasiye malzemelerini Aysel zevkle, şevkle, bütün sınıfa hava ata ata kullanıyordu. Sınıfımızda annesi hemşire, babası doktor olan çocuklar vardı ama hiçbirisi kendisini Aysel kadar herkesten uzak ve yukarı bir yere konumlandırmazdı. Hatta bir ara kaymakamın oğlu sınıf arkadaşımız olmuş, çocuk babasının ne iş yaptığı sorusunu "memur" diye cevaplamıştı. Okulda hiç kimse onun kaymakam çocuğu olduğunu bilmiyordu. Büyük ihtimal kaymakam bir kez bile okula gelmemiş, insanları mevkileri ve kazandıkları para ile değerlendiren okul müdürünün karşısına çıkmamıştı. Çocuğun adını bile hatırlamıyorum. Okula sadece bir yarıyıl devam etmiş, sonra babasının tayini çıkınca veda niyetine sınıfta Görgülü Pastanesi'nden alınmış bir kutu çikolata dağıtmıştı. O gittikten sonra öğretmenimiz "Arkadaşınız çok iyi aile terbiyesi almış, bir defa bile kendisini kaymakam oğlu olarak tanıtmadı." deyince onun kaymakam oğlu olduğunu öğrenmiştik. Adı neydi Kaymakam'ın oğlunun Sınıf kitaplığına hediye ettiği kitaplarda yazılı olan adını bile silgi ile itina ile silmiş, sonra da her birinin üzerine "Sınıf kitaplığına hediyedir" etiketi yapıştırmıştı. Aysel'in kendisini sınıftan üstün görme hamlelerini öğretmenimiz her defasında geri püskürtecek sorular sorardı. Ama nafile. Aysel'in kaskatı, kendinden emin, parçalanmaz bir bütünlüğü vardı.Tasa kelimesinin tas ile bir alakasının olmadığını öğrenmek de Aysel'de ufacık bir mahcubiyete yol açmamıştı. "Gel tahtaya yaz cümleni Aysel!" İlk cümleyi bulan ve ilk cümleyi yazan -ki her