Üzümün karası

Siyasetle, seçimle, ekonomiyle iyice daraltılan dünyamızda Sezai Karakoç gibi, "Onlara anlat, yağmur karşılıklı yağar, ruhların içindeki müzikle karşılıklı" diyerek başlamak istiyorum ben de söze. Niyetim müzik üzerine bir iki kelam etmek. Bizi derinden kavrayan o "şey" üzerine bir şeyler söylemek.

Yeryüzü maceramız devam ediyor.

Müzik de bu macerada "kendimizi bulduğumuz" bir yer. Seslerle yol alıyoruz, kendi içimize doğru, hakikate doğru.

Bana göre müzik, bir yerlerdedir ve biz ona rastlarız. Onu bir serçenin kanat çırpışında, üzümün karasında, bir dost sesinde buluruz; alemin tam ortasında. Bir dost yüzü ona götürür bizi. Alemde bir ses, annemizin sesiyle buluşturur

Ve sonsuz seslerle yürür dururuz alemin ortasında.

Günümüze, işin görünen yanına bakacak olursak, günümüzde binlerce albüm yapılıyor, milyonlarca insan para verip bir takım sesler dinliyor. Bu nasıl bir şey peki Bu, petro kimya endüstrisi gibi...

Böyle bir dünyada insanlar "gerçekten" müzik dinliyorlar mı Dinliyorlar elbet veya dinlemek zorunda kalıyorlar. Özellikle dinlemek isteyenler de var elbet. Ama bir insan tekinin müzikten ne anladığını görebilmek ya da hissedebilmek çok zor. Kimisi kırmızıyı kırmızı olarak görüyor ama kim, nasıl kırmızı olarak görüyor bilmiyoruz ki. Özel bir durum işte. Kim neden hoşlanıyor onu da anlayamıyoruz. Öyle bir handikabı var mevzunun. Hoşlanma, beğenme, beğeni faslı filan yüzeysel fasıllarmış gibi geliyor bana. Ama bu yüzeysel faslı kaldırıp "asıl olan"la karşılaşıp işin özüne indiğiniz zaman mevzu derinleşiyor. O zaman başka bir dünya açılıyor önünüzde. Onu tartışmak uzun tabii.