Gelip geçenler...

Sezgin Kaymaz'ın "Uzunharmanlar'da Bir Davetsiz Misafir" romanında, yepyeni bir mahalleye taşınan Musa'nın ilkin yaşadığı evde karşılaştığı sıradışı olaylara tanık oluruz. Oturduğu eve daha önce kendisi gibi bekâr kiracılar taşınmıştır. Ama hiçbiri değil o evde, o semtte bile barınamamıştır. Kendisini kimseye göstermeyen ruh, cin, peri, ne adını verirseniz evdeki bir kadının varlığından söz edilmektedir. Dahası bütün mahalle evdeki bu alışılmadık hâli konuşmakta, Musa'nın bir an önce o evden kurtulmasını salık vermektedir. Derken kadın bir gece Musa'nın karşısına çıkar. Uhrevi bir yerden geldiğini söyleyince işler iyice karışır. En sonunda roman akla gelmeyecek sürpriz bir sonla biter. Ne o evin ne de o mahallenin dünyamızdaki gerçekliği şüphelidir.

Uzun zamandır yaşadığımız günleri ağır kasvet içinde tüketirken, karanlığın ortasında debelenirken, yaşam ve ölüm arasındaki ince karşıtlığı sorgularken gerçekliğimizin nerede başlayıp nerede bittiği konusu sınırlarımızı fazlasıyla aşıyor. Bundan yıllar önce bir ilkbahar günü yurtdışında ülke özlemiyle çökmüş öylece duruyor; bir tahta merdivene oturmuş uzağa bakıyordum. Kalbim Ali Şir Nevai'nin bir dizesi gibiydi: "Bahar geldi lakin gül meyli kılmadı gönlüm." Halimi görmüş olacak, kaldığımız yerleşkenin getir götür işini yapan siyahi Milton şöyle bir soru sordu: "Bugün arabayla yola çıkarsak iki gün sonra Türkiye'de olur muyuz" İlk başta eyaletinden başka bir yer görmeyen, dolayısıyla dünyanın kendi yaşamlarına eş olduğunu düşünen, cehaletin sıradanlaştığı bir yere özgü bu soruya güldüm, geçtim. Ancak zamanla bu soru mıh gibi içime oturdu. Son zamanlarda sosyal medyada sıkça karşılaştığımız, "Gezegenleri sayar mısınız" ya da "Beş tane başkent söyler misiniz" sorularına verilen içler acısı cevaplarla bir bu yaklaşım aslında gerçeklik algısı daraltılan, gittikçe yaşadığı alana hatta evine hapsolan, hemen herkesin kendi gibi yaşadığını düşünen, bir çeşit zombiye dönüşecek insanlığın başlangıç noktasını oluşturuyor. Dolayısıyla gerçeklik algısı bilgiyle genişliyor, cehaletle her saniye daha da daralıyor.

Buna karşın hayatlarını, belki de bütün hayatları yaşama isteğine denk tutarak zenginleşmeye, okurlarınıizleyenlerini zenginleştirmeye çalışan, dünyayla alışverişini üretmeyle diri tutarak sıkılaştıran, böylesine büyülü bir atmosfere bizleri de sürükleyerek yazınla, müzikle, tiyatroyla düşünsel yanımızı geliştirenlerle araya konulan mesafe de gerçekliği dar bir alana hapsediyor. Ne olursa olsun, sanat eserleri her şeyden önce insanı ele alır; onca kinin ve nefretin karşısında muazzam bir dayanışmayla hemen herkesin eleştirel düşünceye sahip olmasını sağlar. Her biri soluk aldığımız dünyaya ait sorular ortaya atmaktan, "kışkırtıcı" olmaktan hiç çekinmez. Zaten yaşadığımız dünyaya dair düşünce üretmek her şeyden önce sorumlu yurttaşlığın gereğidir. Yazar Mario Vargas Llosa, öncelikle "Edebiyat asi ruhu besler, bununla birlikte hayatta çok fazla şeyi ya da çok az şeyi olan insanların sığınağıdır" der. Öyleyse insan daha çok mutsuzluğunu yenmek, makûs kaderini kısa bir süreliğine de olsa tersine çevirmek için sanata sığınır.

Hâlâ ve ne iyi ki inatla arzu ettiğimiz bir dünyaya ulaşmak adına çabasından, ilkeli duruşundan, çevresini bilgilendirmeyi ve bilinçlendirmeyi amaç edinenlerin ısrarından ve inadından vazgeçmeyişi nedeniyle ayakta kalıyoruz. Önceki gün hayatını kaybeden