Milli eğitimin milliliği

Çok fazla farkına varılmasa da Türkiye'de son dönemlerde eğitim konusunda çok önemli gelişmeler yaşanıyor. Türkiye yüzyılı maarif modeli, yeni öğretmenlik meslek kanunu, Milli Eğitim Akademisi'nin kurulması, geçmişten farklı olarak değer odaklı, öğrenci temelli, çok çeşitli becerileri edinmeyi amaçlayan eğitim programları bunlardan sadece birkaçı. Bütün bunlar bütüncül bir bakış açısıyla incelendiğinde sonuçta; çağdaş, bilimsel ve laik bir milli eğitim sürecine büyük ölçüde ulaşıldığını söyleyebilirim. Eğitimin milli olması bir zarurettir ve güvenlik gibi bir ülke için siyaset üstü düşünülmesi gereken ulusal güç çarpanlarından biridir. O yüzden milli eğitim konusundaki sorunların da politize edilmeden siyaset üstü bir bakışla çözümlenmeye çalışılması gerekmektedir. Bu sorunlardan bir tanesi de öğretmen olmak isteyip de değişik sebeplerle ataması yapılmayan veya çeşitli kriterler ve yetersizlikler nedeniyle atamaları yapılamayan öğretmen adaylarının durumudur. Öncelikle şunu söylemem gerekir ki artan talep nedeniyle giderek çoğalan öğretmenlik başvuruları artık kronik bir sorun haline dönüşmeye başlamıştır. Bu sorunu biraz sonra anlatacağım detaylar üzerinden düşünerek akılcı bir şekilde çözümlemek yerine toplumun hassasiyetlerinin siyasal rant elde etmeye yönelik olarak araçsallaştırılması bu ülkeye yapılabilecek en büyük kötülüklerden biridir. Kamuoyu tarafından "atanamayan öğretmenler" olarak bilinen sorunun en temelinde aslında bir arz talep dengesizliği yatar. Türkiye'deki Eğitim Fakülteleri ile öğretmenlik yapabilme hakkına sahip diğer fakültelere her yıl yaklaşık 22 branşta toplam 122 bin öğrenci alınıyor. Buna karşın Millî Eğitim Bakanlığı'nın ihtiyacı nispetinde yıllık ortalama 35 bin öğretmen alımı yapılmaktadır. Son yirmi iki yılda Millî Eğitim Bakanlığınca 824 bin öğretmen adayının ataması yapılmıştır. Şimdi diyorlar ki yıllık atanamayan yaklaşık 90 binden fazla adayı Millî Eğitim Bakanlığı öğretmen olarak atasın. Nasıl olacak bu Bunu kimse söylemiyor. Bu mantıkla hareket edecek olursak kamuya atanamayan gıda mühendisleri, veterinerler, sosyologlar, psikologlar ve daha pek çok talebi olan herkesin ihtiyaç olmasa da kamuya atanması gibi yanlış ve sakıncalı bir durum ortaya çıkar. Diğer bir ifadeyle yıllık 1,5 milyon üniversite mezununun sorgusuz sualsiz kamuya alınması gibi kabul edilemeyecek bir durumla karşı karşıya kalırız. O yüzden işin biraz daha ayrıntılarına bakmamız gerekmektedir. Bir kere ihtiyaç olmadığı halde bu kadar çok kontenjan açılmasının YÖK tarafından kısıtlanması kontenjanların ihtiyaca göre güncellenmesi gerekmektedir. Ayrıca her yıl fakültelerden mezun olan yaklaşık 122 bin kişinin doğrudan öğretmenmiş gibi veya öğretmenlik yapabileceklermiş gibi düşünülmesi yanlış bir algılamadır. Çünkü eğitim fakülteleri ile öğretmen adayı yetiştiren diğer fakülte mezunlarının diplomalarında "öğretmen" unvanı yazmamaktadır. Dolayısıyla mezunların öğretmen olabilmesi için formasyon, sınav ve mülakat gibi başka süreçleri de tamamlamaları gerekmektedir. Çünkü Milli Eğitim Bakanlığı doğal olarak adaylar arasından ihtiyacı olan miktarda en nitelikli, en çalışkan ve en donanımlı olanları öğretmen olarak atamak ister. İşte tam da bu noktada bir şekilde üniversiteyi bitirenlerle hakkıyla, çalışarak, başarıyla mezun olanların birbirlerinden ayrılmaları gerekiyor. O yüzden sınav ve mülakatla bu ayrımın yapılması zorunluluğu ortaya çıkıyor. Aksi takdirde kendi branşında kendi konusuyla ilgili sorulan 75 soruda sadece 19'unu yapabilmiş bir öğretmen adayına çocuğunuzu emanet etmek ister misiniz Bu nedenle eğer gerçekten sorun çözülmek isteniyorsa Milli Eğitim Bakanlığı'na herkese öğretmen olarak al dayatmasını da bulunmak yerine kamu dışında öğretmen istihdamının artırılması da dahil pek çok tedbiri hayata geçirmek üzere MEB koordinesinde ilgili bütün kurum ve kuruluşların katılımıyla ortak çözümler üretecek mekanizmaların kurulmasına çalışılmalıdır.