Son günlerde siyasi kulislerde fısıltıyla dolaşan, ardından ekranlarda ses yükselten bir tartışma var: Lübnan modeli. Kimilerine göre bir açılım, kimilerine göre temsilde adalet. Ama bana sorarsanız bu mesele ne bir "açılım" ne de "çözüm". Tam tersine, Türkiye'nin birliğini dinamitleyecek bir mayın döşeniyor.
Bahsedilen sistem Lübnan'daki gibi, devletin en tepe pozisyonlarının etnik ve mezhebi kimlikler üzerinden dağıtılmasını öngörüyor. Cumhurbaşkanı yardımcılıklarının biri Alevi, biri Kürt olsun deniyor. Peki biz bu ülkeyi liyakatle mi yöneteceğiz yoksa etnik kimlik dağılımı yaparak mı
Bakınız, Lübnan bugün bölgenin en kırılgan, en parçalı, en yönetilemez ülkelerinden biri. Neden mi Çünkü o çok övülen "kimlik temsili modeli" devleti böldü, siyaseti kilitledi, milleti birbirinden uzaklaştırdı. Herkes sadece kendi mezhebinden, kendi cemaatinden yana. Liyakat yok, adalet yok, hukuk yok. Varsa yoksa kimlik. İşte sonuç: Çökmüş bir ekonomi, aylardır kurulamayan hükümetler, birbirini boğazlayan gruplar ve sürekli dış müdahale…
Şimdi bu modelin Türkiye'ye örnek gösterilmesi, bana kalırsa bir "siyasi yoklama", bir toplumsal nabız denemesi. Birileri bu milletin sinir uçlarına basarak tepkileri ölçüyor. Ama bilsinler ki bu millet, kimlik siyasetiyle değil ehliyet ve liyakatle, adaletle, hukukla yönetilmek ister. Biz bin yıllık bu coğrafyada kardeşliğimizi kimlik kotasına hapsetmeden yaşadık, yaşatıyoruz.
Alevi bir vatandaşın da Kürt bir yurttaşın da Türk'ün, Arap'ın, Sünni'nin de devlet kademelerinde en üst noktalara gelme hakkı vardır. Ama bu etnik veya mezhebi kimliğinden dolayı değil, bilgisi, tecrübesi, ahlakı ve liyakatiyle olmalıdır. Devlet aklı bunu gerektirir.
Aksi halde, bu ülkenin her köşesinde "bizden birini istiyoruz" talebi baş gösterir. Herkes kendi mahallesinden yönetici ister. Ve böylece tek bir ulus yerine onlarca kimlik kümesi, tek bir devlet yerine kimliklerin pazarlık masasına oturduğu kırılgan bir yapı ortaya çıkar.