Kemalizm: Bir Proje, Bir Vesayet, Bir Kalıntı

Türkiye Cumhuriyeti yüz yılı geride bırakırken, devletin kabuğu değişti ama çekirdeği aynı kaldı.

Kemalizm bir fikirden çok bir refleks hâline gelirken, "Yeni Türkiye Yüzyılı" halkın devletiyle barıştığı yeni bir dönemi mi başlatacak, yoksa aynı vesayet zinciri farklı bir kabukta mı sürecek

Türkiye Cumhuriyeti yüz yılı geride bıraktı.

Bu yüz yıl, yalnızca bir devletin değil, bir zihniyetin de serüveniydi.

Cumhuriyet, kuruluşunda büyük bir iddiayla yola çıktı: Batı tipi bir modernleşme. Bu hedef, devletin laikleşmesiyle, kurumların merkezileşmesiyle ve toplumsal alanın yeniden inşasıyla ilerledi.

Ancak bu inşa süreci, halkın bütün renklerini, inançlarını ve hafızasını içine almadı.

Cumhuriyet kuruldu; ama toplumun tamamı cumhuriyetin içinde yer bulamadı.

Bugün geldiğimiz noktada, bu tarihsel boşluk hâlâ Türkiye'nin en temel sorusu olarak karşımızda duruyor:

Kemalizm, Cumhuriyet'in ideolojik çekirdeği miydi, yoksa halkın iradesinin önündeki en büyük vesayet mi

Kemalizm, tarihsel olarak Osmanlı'nın çözülüşüne verilen sert bir tepkidir.

Toplumun dinî, kültürel, hatta coğrafi kodlarını yeniden biçimlendiren bir modernleşme projesidir.

Güçlü devlet inşa etti, fakat bu gücü halka devretmedi.

Eğitimi birleştirdi, ama farklı dilleri susturdu.

Kadını kamusal alana soktu, ama inanç özgürlüğünü daralttı.

Laiklik getirdi, ama dini hayatı kamusal görünürlükten kovdu.

Yani Kemalizm bir "yükseltme" projesi olduğu kadar, bir "tasfiye" projesiydi.

Devletin bekası, halkın iradesinden üstün tutuldu.

Bu yaklaşım, askerî bürokrasiye ve yargıya olağanüstü yetkiler kazandırdı.

1950'de Demokrat Parti'nin "Yeter! Söz milletindir" çıkışı bu vesayet zincirine ilk büyük meydan okumaydı.

Ama 1960 darbesiyle birlikte Kemalist çekirdek yeniden dirildi; ordu ve yargı, devleti halkın değil, "kurucu ideolojinin" mülkü saydı.

Bu refleks, 1980'de, 1997'de ve hatta 2010'lara kadar her fırsatta yeniden hortladı.

Cumhuriyet, bir yönetim biçimi olarak halka ait bir devlet vaadiydi.

Ama bu vaat, uzun yıllar boyunca ideolojik bir tek tipleştirme projesine dönüştü.

Demokrasi, yalnızca seçimlerle sınırlı kaldı.

Yargı, bürokrasi ve üniversiteler, halkın değil, "devletin resmî aklının" temsilcisi oldu.

Toplumun farklı inanç ve kimlikleri, resmî ideolojiye uygunluk testinden geçirildi.

Bugün hâlâ bu gerilimin izlerini taşıyoruz:

Bir yanda demokratik irade, diğer yanda devletin "değişmeyen refleksi".

Bir yanda halkın tercihiyle iktidar olanlar, diğer yanda "rejimin bekçiliğini" üstlenen kurumlar.

Bu nedenle Türkiye'de siyaset ne zaman dönüşümden söz etse, bir duvarla karşılaşıyor.

O duvarın adı hâlâ Kemalist Vesayet Devleti.

Recep Tayyip Erdoğan, Cumhuriyet tarihinde bu çekirdeğe en fazla dokunan liderdir.

Başörtüsü yasağının kalkması, imam hatiplerin yeniden açılması, Diyanet'in güçlenmesi, halkın dindar kesiminin kamuda temsil edilmesi, Kemalist statükoyu ciddi biçimde sarstı.

Bu adımlar, hem demokratikleşme hem de kimlik adaleti bakımından tarihî bir eşiğe işaret etti.

Ancak sistemin kökleri, bu değişimlere karşı derin bir direnç gösterdi.

Erdoğan, bu çekirdeğe sert bir darbe indirmedi.